26 Temmuz 2012 Perşembe

“Spider-Man” ve “The Amazing Spider-Man”


Sam Raimi, hayranlık uyandıracak derecede yaratıcı ve yenilikçi bir yönetmen. 1980’li yıllarda çektiği “Evil Dead” filmleri ile birçok takipçi edinmiş, 90’lı yıllarda da birçok değişik tür denemiştir. Tim Burton, David Fincher, Roland Emmerich gibi isimleri geride bırakıp 2002’de gösterime giren “Spider-Man”in başına geçeceği söylendiğinde edindiği hayranların çoğu filmi iple çekti. Onlara göre yönetmen son derece etkileyici fikirlere sahip olduğundan Örümcek-Adam gibi popüler bir kahramanın film uyarlamasında da unutulmaz anlar yakalayacağı kesindi. Öyle de oldu; 2002 yazında gösterime giren “Spider-Man” gerek eleştirmenlerce, gerek seyircinin gözünde anında bir klasiğe dönüştü.

2007’de gösterime giren ve ilk iki film kadar beğenilmeyen “Spider-Man 3”nin ardından yapımcılarla sorunlar yaşadığı için dördüncü filmi yönetmekten vazgeçen Sam Raimi, projeden çekildi. Tobey Maguire da projeden çekilince yapımcı şirket Sony, dördüncü Örümcek-Adam filminden vazgeçip hikayeyi en baştan anlatmaya karar verdi. “The Untold Story” sloganıyla tanıtılan filmin yönetmeni de, “500 Days of Summer” ile olumlu eleştiriler almış olan Mark Webb (Soyadı da Örümcek-Adam olayına pek uygun) oldu.




Bu yazımızda, iki filmin karşılaştırmasını yapacağız:

1-) Hikaye: İki filmin de hikayesi aşağı yukarı aynı aslında: Queens, New York’ta amcası ve yengesiyle yaşayan liseli genç Peter Parker, zeki, bilime meraklı, çekingen bir tiptir. Günün birinde radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılınca kendisinde birtakım değişiklikler meydana geldiğini fark eden Peter, amcası Ben’in ölümünün ardından sorumluluk duygusuyla suça karşı savaş açar ve Örümcek-Adam olmaya karar verir… Hikaye genel hatlarıyla aynı, evet, ancak Sony hikayeye en baştan başladığı için seyirciye 2002’deki “Spider-Man”den farklı bir öykü sunmak istemiş. O nedenle iki uyarlama arasında büyük/küçük birçok farklılık da mevcut. Mesela Sam Raimi’nin “Spider-Man”inde Tobey Maguire’ın canlandırdığı Peter Parker, komşusu Mary Jane Watson’a abayı yakmış bir gençti. Mark Webb’in “The Amazing Spider-Man”inde ise Peter sınıf arkadaşı Gwen Stacy’ye (Emma Stone) aşık. “Spider-Man”de Peter Columbia Üniversitesi’ne düzenlenen bir okul gezisinde radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılıyor; “The Amazing Spider-Man”de ise babasının evrak çantasında bulduğu şeyler Peter’ı Oscorp’a yönlendiriyor ve Peter orada ısırılıyor. “Spider-Man”de Peter’ın anne-babası hakkında bilgi sahibi değiliz; “The Amazing Spider-Man”inse henüz ilk sahnesinde anne-babası Peter’ı bırakıp gidiyor. Bunları düşündüğümüzde “The Amazing Spider-Man”de yapılan değişikliklerin göze çok battığını söyleyemeyiz, sonuçta aynı öykü en baştan başlanarak tekrar anlatılıyor ve bu öyküyü izleyiciye sunarken farklı temalar/karakterler sunmak daha mantıklı bir hareket. 

2-) Karakterler: Sam Raimi’nin uyarlamasındaki Peter Parker, çizgi roman ve çizgi dizideki Peter’ın aksine duygusal tarafı daha ağır basan, sevimli bir karakterdi. Mark Webb’in uyarlamasındaki Peter ise kıvrak zekası, hazırcevaplılığı ve esprileriyle çizgi romandaki Peter Parker’a daha yakın. Andrew Garfield da bu role Tobey Maguire’dan daha çok yakışmış, kabul etmek gerek (Zaten “Spider-Man 3”den sonra Sam Raimi’ye nedense düşman kesilen hayranlar da Andrew Garfield’ı bağrına bastı). “Spider-Man”in kötü adamı, kötü adam rollerine çok yakışan Willem Dafoe’nun canlandırdığı Norman Osborn namı diğer The Green Goblin idi. “The Amazing Spider-Man”de ise en son “Harry Potter and the Deathly Hallows Part 1”da Xenophilius Lovegood rolünde izlediğimiz Rhys Ifans kötü adamı canlandırıyor; kendisi tehlikeli bir deney sonrasında The Lizard’a dönüşen bilim adamı Curt Connors’a hayat verdi. Bu bağlamda seyirci genel olarak hemfikir: Dafoe’nun Green Goblin kompozisyonu Ifans’ın The Lizard’ından daha iyi ve The Lizard yeterince güçlü ve etkili bir kötü adam değil. Gerçi düşününce Green Goblin de Venom, Carnage ya da Doc Ock kadar karizmatik ve güçlü bir kötü adam değildi, ancak Willem Dafoe’nun oyunculuğu ve karakterin hikayeye yedirilişi “Spider-Man”de daha başarılıydı. Peter’ın amcası Ben ve yengesi May ise “The Amazing Spider-Man”de ha bire konuşup nutuk çeken veliler gibi değil, o nedenle “The Amazing Spider-Man”deki Ben ve May karakterlerinin daha iyi olduğu aşikar. Fakat her şeyden öte, “The Amazing Spider-Man” Jonah Jameson (J. K. Simmons) gibi mükemmel bir karakterden mahrum ve Gwen Stacy’nin komiser olan babası (Denis Leary) Jameson’ın yarattığı boşluğu dolduramıyor.



3-) Esas Kız Faktörü: Kabul etmek gerekir ki “Spider-Man”deki Mary Jane Watson (Kirsten Dunst) da, “The Amazing Spider-Man”deki Gwen Stacy (Emma Stone) de öyküdeki ‘esas kız’ kontenjanını layığıyla doldurmuş. Mary Jane Watson denince akla gelen sima Kirsten Dunst’ınkinden biraz uzak olsa da Dunst’ın rolüne yakıştığı su götürmez bir gerçek. Ancak Emma Stone’un Gwen Stacy’sinin de Bryce Dallas Howard’ın “Spider-Man 3”deki Gwen Stacy’sinden daha iyi ve en az Kirsten Dunst kadar büyüleyici olduğunu da kabul etmeli. “The Amazing Spider-Man”in “Spider-Man”deki yağmur altında öpüşme sahnesi gibi çok konuşulacak duygusal sahnelere sahip olmaması ise senarist David Koepp’in vizyonundan kaynaklanıyor galiba. 


4-) Müzik: Bu değerlendirmede oyumuz Sam Raimi’nin uyarlamasından yana. “The Amazing Spider-Man”in özellikle ilk yarısında üstat James Horner gayet iyi bir iş çıkarmış olsa da, Danny Elfman’ın bestelediği müziklerin yanına bile yaklaşamıyor maalesef. Bir de yıllarca dilimizden düşmeyen “Hero” var tabii. 

5-) Kostüm: Filmin çekildiği sıralarda çalınan kostümleri olay olan “Spider-Man”de yapılan kostüm değişikliklerini sevmiştik. Kostümün sırt kısmındaki garip örümcek amblemini değiştirip göze çok daha güzel görünen bir örümcek amblemi konması zekice bir hamleydi. Hatta bu yüzden “The Amazing Spider-Man”deki Örümcek-Adam kostümünü ilk gördüğümüzde burun kıvırdık. Ancak filmi izleyince haksızlık etmiş olduğumuzu anladık; yeni kostüm de hiç fena görünmüyor. Üstelik çizgi romana ve çizgi diziye uygun olarak Spidey’nin bileklerinde ağ atabildiği kapsüller de mevcut, daha ne olsun. 



6-) Görsel Efektler: Burada tabii ki bütçeyi ve yılı göz önünde bulundurmak gerekiyor. “The Amazing Spider-Man”in bütçesi yaklaşık 230 milyon dolar. Buna karşın “Spider-Man”in 139 milyon dolarlık bütçesi vardı ve görsel efektleri bazı sahnelerde doğal olarak sırıtıyordu. Yine de, 3 boyutlu olduğunu da göz önünde bulundurarak “The Amazing Spider-Man”in görsel efektlerinin çok daha iyi olduğunu söyleyebiliriz.

 7-) Senaryo: Geldik en önemli kısma. Burada stüdyoyu mu suçlamamız gerek bilmiyoruz, ama “The Amazing Spider-Man”in hikayesinde birçok soru cevaplanmıyor, birkaç sahne de havada kalmış izlenimi veriyor. Ayrıca karakterler ve aralarındaki ilişkiler “Spider-Man”de çok daha iyiydi. Lakin dediğimiz gibi burada suçlu senaristler ve(ya) yönetmenden ziyade kurgu işine karışıp duran yapımcılar da olabilir. O zamanlar ününe ün katan David Koepp’in “Spider-Man” için yazdığı senaryo ise cidden iyi bir işti ve Sam Raimi’nin yaratıcılığıyla da birleşince ilk Örümcek-Adam uyarlaması çok konuşulan birçok sahneye sahip oldu. Ama “The Amazing Spider-Man”in senaryosunun daha ‘gerçekçi’ olması, bazı diyalogların (Levrek ile ilgili diyaloglar gibi) öykü hızlı hızlı ilerlese de zekice yazılmış olması gibi faktörler ikinci uyarlamanın artı hanesine yazılıyor bize göre. Yani “Spider-Man”in senaryosu daha derli toplu görünse de “The Amazing Spider-Man” için yazılan senaryo da selefinin çok gerisinde değil.

“The Amazing Spider-Man”in de Sam Raimi’nin uyarlaması gibi bir üçleme haline geleceği kesin. Mark Webb de umut veren bir ilk filme imza atmış ki film hakkında yapılan eleştiriler de bunu doğrular nitelikte. Ancak iki yapım karşılaştırıldığında, “The Amazing Spider-Man”in “Spider-Man”in gerisinde kaldığı ister istemez fark ediliyor. Yine de “The Amazing Spider-Man 2”nun tıpkı ilk üçlemede olduğu gibi ilk filmi aşmasını ümit ediyoruz. 

24 Temmuz 2012 Salı

Man of Steel fragmanı yayınlandı!

Yapımcılığını Batman üçlemesinin yönetmeni Christopher Nolan'ın, yönetmenliğini ise 300, Sucker Punch ve Watchmen gibi filmlerden tanıdığımız Zack Snyder'in yaptığı 2013'ün (14 Haziran) merakla beklenilen filmlerinden olan Man of Steel'in fragmanı yayınlandı. Fragman, aynı görüntüye sahip iki fragman şeklinde izleyiciye sunuldu: ilkinde Kevin Costner'ın (Jonathan Kent, Süpermen'in üvey babası) sesiyle, ikincisinde Russell Crowe'un (Jor-El,  Süpermen'in öz babası) sesiyle aynı görüntüleri izliyoruz. Filmde başrolü ise Henry Cavill (Theseus, Immortals) canlandırıyor. Süpermen'i çocukken de gördüğümüz fragmanlarda iki babanın da sundukları yollara tanık oluyoruz.

Russell Crowe'un seslendirmesiyle birlikte izlediğimiz fragman :

Filmde Snyder'in imzası olan mükemmel kadrajlar ve etkileyici müziklerden pek eser yok. Ondan ziyade, Henry Cavill'in darmadağınık hali Batman Begins'in başında gördüğümüz Christian Bale ile benzeşmekte, Nolan'ın Batman üçlemesinde yarattığı karanlık atmosferi burada da hissetmek mümkün olacak gibi gözüküyor. Kevin Costner'ın seslendirmesiyle birlikte izlediğimiz fragman :

Man of Steel umutla beklediğimiz filmlerden fakat bu fragmana bakıp bir şeyler söylemek pek mümkün değil. Bir Snyder hayranı olarak keşke filmi Terrence Malick (Tree of Life, Thin Red Line) yönetmiş gibi hissetmeseydik diye düşünüyorum, zira insanın yüzünü merkeze almayan kadrajlar ve doğal güzellikleri gösterirken bir şeyler anlatmaya çalışmalar onun işidir (bkz : dalgalar, kuşlar, uçuşan çamaşırlar, kelebek...).

Fragmana dair değineceğim son nokta ise kullanılan müzik üzerine olacak. Yüzük Kardeşliği'nde çalınan Howard Shore imzalı The Bridge of Khazad dum'un fragman için niye seçildiğine anlam veremedik.

Filmin müziklerini Nolan'ın Batman üçlemesinde de birlikte çalıştığı başarılı müzisyen Hans Zimmer'ın üstlendiğini söylemekte fayda var. Ayrıca senaryo da yine Batman senaristlerinden David S. Goyer tarafından, hikayeler ise  Goyer ve Nolan tarafından kaleme alınmış.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

“Let Me In”

“Let Me In”, İsveçli yönetmen Tomas Alfredson’un 2008 yılında çektiği “Låt den Rätte Komma In”in yeniden çevrimi. Aslen bir roman uyarlaması olan “Låt den Rätte Komma In” hak ettiği uluslararası başarıyı yakalayınca konu ve senaryo sıkıntısı çeken Hollywood’un filmi yeniden çekmek için harekete geçmesi tabii ki kaçınılmazdı. Çünkü Alfredson’un filmi, İsveç’in soğuk ve karlı havasını fona koyan son derece stilize ve özgün bir dram/gerilimdi. Yalnızlık, çocukluk, dışlanmışlık, farklılık gibi temaları kullanan film, yönetmenin seçtiği dingin anlatım tarzı ve insanın içine fondaki soğuk misali işleyen ağır gerilimiyle hem eleştirmenlerin, hem de uzun zamandır iyi ve orijinal bir vampir öyküsü izlememiş olan seyircinin beğenisi kazandı. 

“Let Me In” ise “Låt den Rätte Komma In”den iki yıl sonra gösterime girdi. J. J. Abrams’ın yapımcılığında yönettiği ilk filmi “Cloverfield” ile gayet iyi eleştiriler alan Matt Reeves filmin yazarı ve yönetmeniydi. Baştan herkesin burun kıvırdığı ve “Ne gerek var ki!?” minvalinde kelamlar ettiği “Let Me In” gösterime girdiğinde ise herkes şaşırdı; zira film eleştirmenler tarafından son derece iyi bir yeniden çevrim olarak anıldı. Seyirci de filmi bağrına bastığına göre fark ediliyor ki yeniden çevrim fikrini gereksiz görenler dahi filmi beklediğinden çok daha iyi bulmuş. 



Aslında düşününce insan hakkını veriyor, çünkü “Let Me In”, gereksiz ve özgün filmin fersah fersah gerisinde kalan yeniden çevrimlerle dolu Hollywood sinemasını göz önüne aldığımızda gerçekten ön plana çıkan bir film. Bir kere “Cloverfield” ile gerilim konusundaki yeteneğini kanıtlamış olan yazar/yönetmen Matt Reeves, son derece isabetli bir seçim yapmış ve orijinal filmin ruhunu bozmamak için çok uğraşmış. 1982’de Blackeberg-İsveç’te geçen hikayeyi David Fincher’ın “The Girl With the Dragon Tattoo”da yaptığını yapmayıp Amerika’ya, Los Alamos-New Mexico’ya taşımış. Özellikle Amerikan seyircisini ve eleştirmenleri tavlamak içinse zamanı bir yıl ileriye sarmış ve öyküyü Ronald Reagan dönemine, 1983’e denk getirmiş. Ancak filmin genel hatlarıyla yahut hikayesiyle ilgili çok farklı alanlara yönelmemiş. Yani hikaye genel olarak aynı: Ailesi sorunlar yaşayan ve okuldaki zorba çocuklar tarafından itilip kakılan Owen (Kodi Smit Mc-Phee) ve onun yan dairesine taşınan Abby (Chloe Grace Moretz, ki kendisi film hakkında “My mom won’t let me watch the whole thing” diyerek gülümsetmiştir), tuhaf bir arkadaşlık kurar. Geceleri apartmanın önünde buluşup konuşan ikilinin arasındaki ilişki, gittikçe daha garip bir hal alacaktır çünkü Abby bir vampir, Owen’ın baştan Abby’nin babası sandığı adam ise Abby’nin eski sevgilisidir ve geceleri Abby açlığını giderebilsin diye insanları öldürmektedir… 


Yazar-yönetmenin yaptığı değişiklikler ise filmin hikayesinde değil gidişatında ortaya çıkıyor. Şunu belirtmek gerekir ki Matt Reeves, “Låt den Rätte Komma In”in gerçekten büyük bir hayranı çünkü “Let Me In”in neredeyse her sahnesinde bunu seyirciye hissettiriyor. Yani Reeves filmi saçma sapan bir aksiyon/gerilime çevirmek yerine ilk filme saygısı sonsuz, ağır bir dram/gerilime imza atmayı tercih etmiş. Fakat tercih edilen bu karanlık ve stilize ton filmi en az ilk film kadar iyi bir film olmaya itmiş mi? Cevabımız ne yazık ki hayır. Bir kere filmin ağır aksak ilerlediği sahnelerde kullandığı müzik, ses efektleri ve kamera açılarıyla başarıya ulaşan Reeves, iş ilk filmdeki harika gerilim sahnelerine gelince çuvallıyor. Mesela Owen’ın Abby’yi ‘içeri davet etme’ sahnesi, Abby tarafından ısırılan komşunun hastanede yandığı sahne, Abby’nin Owen’ın evinde duş aldıktan sonra giyindiği sahne (Owen, ilk filmdeki Oskar’ın aksine bir Amerikan genci ve tabii ki soyunan arkadaşını dikizlemek gibi terbiyesizce bir şey yapmak onun harcı değil) veya Owen’ın okulunun havuzunda geçen o mükemmel kurtarış sahnesi “Låt den Rätte Komma In”in çok gerisinde.


Yine de “Let Me In”, az önce de belirttiğimiz gibi onca saçma sapan yeniden çevrimin kol gezdiği Hollywood sinemasında kendine özel bir yer edinebilecek bir yapım. İki filmi de henüz izlememiş olanların tercihlerini kesinlikle duygusal yoğunluğu ağır basan İsveç yapımı filmden yana kullanmalarını tavsiye etsek de, bu filmin sırf orijinaline olan saygısından ve gayet başarılı oyunculuklarından dolayı hiç de fena olmadığını belirtmek gerek. 


Son bir not: Abby’nin saldırıya uğrayıp ısırıldığı sahneyi de çeken yönetmen, filmin akışını bozabileceğini düşündüğü için bu sahneyi filme koymaktan son anda vazgeçmiş. Sahne gayet etkileyici olduğu için yanlış bir seçim bize göre. İzlemek isteyenler için:

20 Temmuz 2012 Cuma

Lay’s Fırından


Frito Lay’in piyasaya Nisan 2012’nin son günlerinde sürdüğü yeni ürünü Lay’s Fırından, bizim gibi Lay’s tercih etmeyen bünyeleri bile memnun etmeyi başarmış olan patates cipsi. İsminden anlaşılacağı üzere kızartılmamış; fırınlanmış, o nedenle yağ oranı da yüzde elli daha az (% 16.1).


Lay’s Fırından’ın iki çeşidi var: Yoğurt ve Mevsim Yeşillikleri ile Acı Kırmızı Biber Çeşnili. İkisi de güzel olsa da biz Yoğurt ve Mevsim Yeşillikleri’ni daha çok beğendik. Normal cips paketlerine göre daha şık görünen mat bir pakedi var üstelik. Cips sevenlerin ve henüz denememiş olanların denemesi kesinlikle elzem.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

“Zenne”


“Erkek adam hiç dans eder mi!?”

Yönetmenliğini M. Caner Alper ve Mehmet Binay’ın üstlendiği “Zenne”, tam dört yıl önce, 2008 yılının temmuzunda eşcinsel olduğu için babası tarafından öldürülen Ahmet Yıldız’ın anısına çekilen, dramatik bir yapım. Senaryosunu Ahmet Yıldız’ı bizzat tanıyan M. Caner Alper’in yazdığı film, 48. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde dakikalarca ayakta alkışlanan, birçok kişiyi duygulandıran ve festivalden ödüllerle dönen cesur ve iddialı bir dram olarak akıllara kazınıyor.

Film üç ana karakterin etrafında olup bitenleri anlatıyor. Dans kulüplerinde zennelik yapan ve askerlik korkusuyla yaşayan Can, baştan pek anlaşamadığı ama sonradan sıkı arkadaş olduğu, muhafazakar bir aileden gelen Şanlıurfalı Ahmet ve İstanbul’a bir yıllığına gelen Alman fotoğrafçı Daniel. Bu üçlünün arasında başlayan arkadaşlık, aile değerleri, töre, din, eşcinsellik, aile ve mahalle baskısı, askerlik, güven ve güvensizlik gibi dış etkenlere rağmen sarsılmamayı başarıyor. 2004 yılında Afganistan’da yaşadığı olayların ardından toparlanmaya çalışan eski savaş fotoğrafçısı Daniel’ın, asker babası şehit olan ve ağabeyi askerden döndükten sonra psikolojik sorunlar yaşamaya başlayan Can’ın, sorunlu annesinin baskısıyla yaşayan Ahmet’in kesişen hayat hikayeleri seyirciye dramatik bir dille aktarılmış. 

Filmin başarısı burada yatıyor zaten: “Zenne”, asla aşırıya kaçmayan, duygusal ve dramatik olmasına rağmen sahip olduğu duyguyu izleyicisine yalın bir şekilde ileten bir film. Yani anlatımın melodrama kaymaması “Zenne”yi etkileyici kılan özelliklerden biri. Özellikle ilk yarıda alışmak biraz zaman alsa da ikinci yarıda insanı sürükleyen oyunculuk da takdire şayan, çünkü oyuncular senaryodaki boşluklara karşın ellerinden geleni yapmışlar. Burada başrol oyuncularının yanında yardımcı oyunculara birkaç kelam etmek gerekiyor: Ahmet’in annesini oynayan Rüçhan Çalışkur, Can’ın annesini oynayan Tilbe Saran ve Can’ın kardeşini oynayan Tolga Tekin, karakterlerinin getirdiği kısıtlılığa rağmen harika oyunculuk sergilemişler.

Ancak ne yazık ki az önce de söylediğimiz gibi senaryo bazı boşluklara sahip. Mesela filmde Can, Ahmet ve Daniel’ın aralarındaki dostluk ve güven ilişkisi biraz fazla hızlı gelişiyor. Diğer karakterler arasındaki ilişkiler de biraz tutuk ve açıkçası havada kalmış hissi veriyor. Kurgu olarak da maalesef çok sıra dışı ve özgün bir yapısı yok “Zenne”nin. Yine de Demir Demirkan ve Paolo Poti’nin bestelediği müzikler ile Altın Portakal’dan ödülle dönen Norayr Kasper’in görüntü yönetimi filmi sürüklüyor. Ayrıca kullanılan renkler ve metaforlar da gayet yerinde ve bazı yönetmenlerin yaptığı gibi seyircinin gözüne soka soka anlatılmamış; aksine gayet başarılı bir biçimde aktarılmış.


Sözün kısası “Zenne”, eksik ve gediklerine rağmen son derece cesur ve sırf cesareti yüzünden bile takdiri hak eden bir yapım. Kültür Bakanlığı’nın destek vermemeyi tercih ettiği ve Yeni Akit gazetesinde “Sapıkların Filmi” olarak anılan “Zenne”, özellikle son yıllarda gösterime giren Türkiye yapımı birçok ilk filmden daha özenli ve etkili, bu yüzden izlenmesi gerekiyor.

17 Temmuz 2012 Salı

Green Day Üçlemesi : " ¡Uno!, ¡Dos!, ¡Tré! "

İki yılı aşkın bir aradan sonra hayranlarının yeni albüm beklentisine karşılık bir değil tam üç albüm haberiyle yanıt veren grup, üçlemenin 21 Eylül'de çıkması planlanan ilk albümü "¡Uno!"da yer alan "Oh Love" adlı tekliyi yayınladı. Biz de bu haber üzerine Green Day verdiği ara süresince neler yapmış bir araştıralım dedik.

Grubun önadamı Billie Joe Armstrong Rolling Stone'a verdiği bir röportajda, son albümün(21st Century Breakdown) çok ciddiye kaçtığını ve bu sefer daha eğlenceli şarkılar yazdıklarını söylemiş. Müzik tarzlarını değiştirdiklerini, eskiden yaptıkları gibi "punk"a dönmeyip daha çok "power pop" denilebilecek müzik türüne kaydıklarını, bunun da AC/DC ve Beatles'ın ilk zamanları arasında bir tarza denk geldiğini eklemiş.

Albümün ön siparişinin iTunes'ta başladığını ve 21 Eylül'den itibaren albümdeki 4 şarkının kliplerini de barındıran "lüks" versiyonun edinilebileceğini de buradan söylemiş olalım, yani albüm çıkmadan 4 adet klip halihazırda çekilmiş olacak. "¡Dos!" 13 Kasım'da, "¡Tré!" ise 15 Ocak'ta piyasaya çıkacak.  Ayrıca 13 Ağustos'ta ve Eylül ortalarında birer tekli Green Day hayranlarının beğenisine sunulacak. Billie Joe nasıl olup da albümü üçlediklerini şöyle anlatmış :
 "The songs just kept coming, kept coming. I'd go, 'Maybe a double album? No, that's too much nowadays.' Then more songs kept coming. And one day, I sprung it on the others: 'Instead of Van Halen I, II and III, what if it's Green Day I, II and III and we all have our faces on each cover?'"



Grup albüm üçlemesinin yanısıra iki de belgesel çekiyor : "The Two Tims", ilki 2013'ün başlarında Sundance Film Festivali'nde prömiyeri gerçekleştirilmesi planlanan belgesel hakkında Billi Joe'nun söyledikleri :
"It's not going to be the sitting down, head shot of me going, 'We started out blah blah blah'... We wanted to get into lifestyles of rock & roll and playing rock & roll and letting the story kind of tell itself rather than create revisionist [history]."



İşte benim şimdilik pek benimseyemediğim Green Day teklisi, "power pop" da neymiş; "American Idiot" iyiydi dedirten "Oh Love" ve şarkı sözleri :

16 Temmuz 2012 Pazartesi

“Dünya”


İlk albümü “Hayvanlar”ı 2008 yazında çıkarıp hayranlığımızı kazanan yetenekli isim Yasemin Mori, “Hayvanlar”dan tam dört yıl sonra yeni albümü “Delibando”dan ilk tekliyi, “Dünya”yı beğenimize sundu. Sanatçının“Geçen sene ağaçlar altında oturup bu şarkıyı yazdım, tüm dünyayı dolaşır gibi halden hale aktım, döndüm dolaştım geldim işte, dinle” diyerek tanımladığı “Dünya”; Brezilya’da çekilmiş, doğayla iç içe olan ve maviyi, yeşili, turuncuyu bolca kullanan klibiyle tam bir yaz şarkısı. Korhan Futacı ve Barlas Tan Özemek’in düzenlediği ve melodik olarak son derece başarılı olan şarkı, Yasemin Mori’nin dağınık vokali hariç gerçekten hoş ve yine hayran olacağımız bir albümün habercisi gibi. Ayrıca bu şarkıdan yola çıkarak “Hayvanlar”ın melankolik ve duygusal havasından uzak, nispeten daha eğlenceli bir albüm beklendiğini söyleyebiliriz.


İzlemek-dinlemek isteyenler için “Dünya”:


15 Temmuz 2012 Pazar

Annie Hall

"A relationship, I think, is like a shark. you know? It has to constantly move forward or it dies. and I think what we got on our hands is a dead shark."

Çeşitli izleyici kitleleri tarafından bir başyapıt sayılan film 1935 doğumlu yönetmen, yazar ve senarist Woody Allen tarafından yönetilmiş, senaryosu da yine Allen ve Marshall Brickman tarafından kaleme alınmıştır.  Yönetmenin en iyi işi olarak nitelendirilen film, gösterime girdiği 1977 yılında Star Wars'unda aday olduğu, en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi özgün senaryo dallarında oskar almıştır. Filmde ustalıkla canladırdığı Annie Hall rolü ise aynı zamanda Allen'ın o dönem sevgilisi olan Diane Keaton'a en iyi kadın oyuncu dalında oskar kazandırmıştır. Woody Allen ise başrol oynamasına karşın adaylık dahi elde edememiştir, biz de keşke kamera önüne hiç geçmeseymiş diye düşündük.


Woody Allen'ı "entellektüel komedi" ile eşleştirenlere hak veriyor ve henüz bu türe hazır olduğumu düşünmediğimi de ekliyorum, zira çoğu kişinin defalarca izlediği-misyonerliğini yaptığı filmi iyi bulduğum söylenemez. Allen'ın nevrotik bir Newyork'lu diye nitelediği Alvy Singer ve Annie Hall'un arasındaki sorunlu ilişkiyi anlatan film Allen'ın modern zamanın bol açmazlı kadın-erkek ilişkileri hakkındaki fikirlerini seyirciyi karşısına alarak anlattığı sahnelerle dolu. Evet, bazı yerlerde döneme yenilik getiren kimi teknikler denenmiş ve filmin normal gidişatı yine karakterler tarafından bölünmüş ve hikayeye dışarıdan bakılarak ilişkideki eksikler aranmış, iç konuşmalara yer verilmiş, ekran bölünerek ilişkiye iki taraflı bakmamız sağlanmış hatta filmin bir yerinde animasyon bile kullanılmış; bunlar filmi yenilikçi yapan ve biraz olsun olumlu bakmamızı sağlayan detaylar. (Allen'ın sinemada izlediği ilk film 3 yaşındayken gittiği Snow White'mış).


Alvy: "I wonder what she looks like naked," 
Annie: "He's too smart for me; hang in there."

Filmin başlarında özgüveni olmayan, deli dolu gördüğümüz Annie Hall Alvy Singer'la olan ilişkisinin de etkisiyle olgunlaşıyor, tavırları daha durağan oluyor ve özgüveni yerine geliyor. Alvy'nin daha da çekici bulduğu bir kadın haline gelen Annie Alvy'den ayrılıyor ve bu hikayeyi biz Allen'ın bakış açısından izliyor ve dinliyoruz. Halihazırda filmin otobiyografik olduğu da söylenir, Newyork aşığı yönetmen tıpkı meslektaşı Alvy gibi kadınlarla ilişkilerini kolay kolay yoluna koyamamıştır ve şimdiki evliliğinden önce 2 evlilik ve 2 uzun beraberlik yaşamıştır.


Alvy'nin terapisti : "How often do you sleep together?"
Annie'nin terapisti : "Do you have sex often?"
Alvy: "Hardly ever! Maybe three times a week."
Annie: "Constantly! I'd say three times a week."


Kadın ve erkeğin ilişkiye bakış açıları hakkında yapılmış tespitler ve cesaret gerektiren sinematografik teknikleri denemiş olması takdirimizi kazansa da Allen'ın başyapıtı bizi pek etkilemedi; belki de Annie gibi uzun bir yoldan geçmek ve biraz daha olgunlaşmak gerekiyordur bu filmi anlamak ve sevmek için. 
Woody Allen seviyorsanız ve mizahını gülmeye değer buluyorsanız izleyin, yoksa 93 dakika kolay geçmeyecektir.