24 Nisan 2012 Salı

“The Boy in the Striped Pyjamas”

Not: Bu yazı, kitabın gidişatı hakkında bilgi içermektedir.

“The Boy in the Striped Pyjamas” adlı kitabın arkasına baktığımızda şöyle bir tanıtım yazısı görüyoruz: “The story of “The Boy in the Striped Pyjamas” is a very difficult to describe. Usually we give some clues about the book on the cover, but in this case we think that would spoil the reading of the book. We think it is important that you start to read without knowing what it is about…”

Bu yazı, bir pazarlama stratejisi olarak düşünüldüğünde hiç de fena görünmüyor, kabul etmek gerek. Zaten “The Boy in the Striped Pyjamas”ın konusunu öğrenen bir insanın vereceği tepkinin şu olması fazlasıyla muhtemel: “Yine mi!?”

Evet, yine: “The Boy in the Striped Pyjamas”, 2. Dünya Savaşı sırasında arkadaşlık kuran iki birbirinden farklı insanın öyküsünü masumiyet ve çocukluğu da işin içine katarak anlatıyor. Kitabın baş kahramanı Bruno adındaki bir çocuk. Bruno henüz 9 yaşında ve bir gün eve geldiğinde evin hizmetçisi Maria’nın eşyalarını (gizlediği eşyaları bile) topladığını görüyor. Neler olduğunu sorduğundaysa babasının işi nedeniyle Berlin’den uzağa, Auschwitz’e taşınacaklarını öğreniyor, yani arkadaşlarından, büyükanne ve büyükbabasından uzağa. Yeni evlerine taşındıklarında evlerinin önceki evden daha küçük ve sevimsiz olduğunu fark eden Bruno’nun bu eve alışıp ‘yuva’ demeye başlaması ise epey zaman alıyor. Berlin’deki evin çatı katından biraz zorlukla baktığında bütün Berlin’i gören Bruno, bu evde yalnızca hemen yan taraflarındaki dikenli telleri ve tellerin ardındaki insanları görüyor. Berlin’deki eve geri dönmeyi ısrarla istemesine karşın en azından uzunca bir süre bunun mümkün olmayacağını anlayınca da evin çevresini keşfetmeye karar veriyor ve bir gün dikenli tellerin ardındaki Schmuel adlı bir çocukla tanışıp arkadaş oluyor…

John Boyne adlı İrlandalı yazarın kitabı, aslında basit bir anlatıma sahip ve okuyucuya olan biteni 9 yaşındaki bir çocuğun gözünden iletiyor. Bu da anlatımın biraz daha kolayca anlaşılır olmasına neden olmuş (Biraz fazla kolayca hatta). Ancak şunu söylemek gerekir; kitabın en başarılı yanlarından biri, Bruno karakterinin yaşadığı isyanı, kafa karışıklığını, gel gitleri bize etkili bir biçimde iletebilmesi. Bruno düşünse de kafası almıyor, çünkü dünyada o kadar büyük kötülüklerin olabileceğini fark edememiş; babası son derece acımasız bir Nazi subayı olmasına rağmen onun ‘diğerleri’ gibi olmadığını ısrarla iddia etmesi buna bir örnek. Tellerin arkasında neler döndüğünü, Yahudiler’in neden orada tutulduğunu, Schmuel’in babasının neden birden bire ortadan kaybolduğunu da anlayamıyor mesela.

Kitabın kötü yanı ise az önce parantez açtığımız üzere çok da etkin bir anlatım tutturamaması ne yazık ki. 2. Dünya Savaşı sırasında masumiyetiyle yara alan çocukların öyküsünü daha önce çok kez izleyip/okuduğumuz için en büyük beklenti tabii ki en azından anlatım tarzında ve olayların akışında bir özgünlük, ancak kitap bunu verebilmekten çok uzak. Görev bilincini her şeyin üzerinde tutan baba, bu yüzden sinir hastası olmuş anne, aslında doktor olan ama garsonluk yapmaya zorlanan yaşlı Yahudi, sırf Yahudi olduğu için kendisine zorbalık edilen bir çocuk… Dünya Savaşları’nın ikisinin de yüzlerce drama, trajediye önayak olması, böyle hikayelerin her daim karşımıza çıkması ve hepsinin birbirinden üzücü olması su götürmez bir gerçek, fakat çok daha iyilerini gördüğümüz/duyduğumuz bir romanı okuduğumuz vakit de 2. Dünya Savaşı’nın yalnızca her zaman tutan bir hikayeye sahip olduğu için fona yerleştirildiğini düşünmemek elde değil. Üstelik kitabın sonu da çok vurucu olabilecekken aceleye getirilmiş gibi yazıldığı için hüznü kursakta bırakıyor.

“The Boy in the Striped Pyjamas”, çocuklara uygun olmayan ama anlatımı yüzünden ‘çocuk kitabı’ sıfatını üzerinden atamayan bir roman. Bolca boş vakti olan ya da 2. Dünya Savaşı ile ilgili öyküleri sevenlere tavsiyedir, ancak okumadan evvel pek büyük beklentilere girmemek daha iyi.

22 Nisan 2012 Pazar

Efsane Replikler – 17 “I want to play a game…”

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki bu repliğin efsane haline gelmesinin sebebi serinin kendisinin efsane olması değil. Çünkü birçoğumuzun bildiği gibi “Saw” serisi gösterime giren her devam filmiyle daha da saçma ve gereksiz hale gelmeye, ilk filmin büyüsünü bozmaya devam etti. Gerçi düşününce James Wan’ın yönettiği ilk film “Saw” da öyle ahım şahım bir film değildi, lakin seyircinin resmen aptal yerine konduğu ‘ucuz’ gerilim filmlerinin arasından ilgiyi ayakta tutan senaryosu, klostrofobi ve panik duygusunu karakterler üzerinden seyirciye iletebilmesi ve başarılı sürpriz sonuyla (bu tür filmlerde başarılı sürpriz son faktörü ziyadesiyle önemlidir ve başarılı ile saçma sürpriz son arasında ince bir çizgi vardır) sıyrılmayı ve izleyiciyi memnun etmeyi başarmıştı. Yaklaşık bir buçuk milyon dolara mal olan “Saw”, eleştirmenler tarafından vasat bulunsa da gişede çok iyi iş yaptı (102 milyon dolar hasılat), öyle ki; kendisinden sonra 6 devam filmi geldi.

Efsane Replikler listesine aldığımız replik de meşhur seri katilimiz Jigsaw’dan (Tobin Bell). İzleyenlerin bildiği üzere “Saw” serisi, Jigsaw lakaplı bir katilin (teknik olarak kurbanlarını kendisi öldürmese de) kurbanları üzerinde oynadığı kanlı oyunları anlatır. Ölüm döşeğinde olan kanser hastası mühendis John Kramer, hayatının kıymetini bilmeyen insanları kendisine kurban seçer ve onları bilumum kanlı oyununda piyon olarak kullanır. Kurbanlarına oyunu açıklamadan önce ise bahsi geçen cümleyi kurar: “I want to play a game…” Kurbanlarının da bu oyunlarda zayıf yönleriyle yüzleşmesi, fedakarlık yapması ve hayatta kalmak için bittabi kan dökmesi gerekmektedir… Yalnızca ilk filmde bile birkaç kez duyduğumuz bu cümle, birçok kişinin diline düşüp popüler ve efsane bir replik haline gelmeyi başardı. Bunda serinin -iyice suyu çıksa da- birçok kişi tarafından sevilmesi ve hala izlenmesinin payı büyük, tabii.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Efsane Replikler 16 – “What’s in the box?”

Not: Bu yazı, filmin gidişatı ve sonu hakkında önemli bilgiler içermektedir. İzlemeyenlerin okumaması tavsiyedir.

David Fincher’ın zamanımızın en iyi ve en yenilikçi birkaç yönetmeninden biri olduğu su götürmez bir gerçek. Kariyerine klip yönetmeni olarak başlayan Fincher, 1992’de çektiği “Alien 3”nin ardından bir süre daha klip yönetmenliğine devam etti. 1995’te ise “Se7en” isimli polisiye gerilimle sinema dünyasına geri döndü ve “Se7en” ile “Alien 3” eleştirilerinin aksine çok iyi eleştiriler aldı. Aynı zamanda çok izlenerek yapımcılarının da yüzünü güldüren “Se7en”da oyuncuların performansları da takdir edildi; ağır başlı dedektif Somerset rolüyle Morgan Freeman, genç ve hırslı dedektif Mills rolüyle kariyerinde o sıralar henüz yükselmeye başlamış Brad Pitt ve seri katil John Doe rolüyle harika bir performans sergileyen Kevin Spacey filmin en büyük kozlarındandı.

Aslında kendisi hakkında uzun eleştiri yazılarını fazlasıyla hak eden “Se7en”, isimsiz bir şehirde bir seri katilin peşine düşen dedektiflerin öyküsünü anlatıyor: Emekliliğine az kalmış William Somerset ile çiçeği burnunda dedektif David Mills, zekice planlanmış korkunç seri cinayetlerin İncil’de bahsi geçen 7 ölümcül günahı temsil ettiğini keşfeder. Bu günahlar: Kibir, Şehvet, Açgözlülük, Kıskançlık, Oburluk, Tembellik ve Öfke’dir. Cinayetlerini bu 7 ölümcül günaha göre işleyen ve parmak izi bulunamayan seri katil, Somerset’e göre sistemin bir parçası, Mills’e göre ise psikopatın tekidir. İlk beş cinayeti (Kibir, Şehvet, Açgözlülük, Oburluk ve Tembellik) işledikten sonra karakola gelip teslim olan katil, John Doe, sorgu sırasında iki dedektife onları son iki cesede götüreceğini söyler. Doe onları ıssız bir alana götürdükten sonra Mills ve Somerset oraya gelen bir kargo aracını fark ederler. Kargo aracını kullanan adam, yanına giden Somerset’e Dedektif Mills’e John Doe tarafından gönderilmiş bir kutuyu teslim edeceğini belirtir. Mills Doe’nun yanında durup onu kollarken kutuyu açan Somerset, dehşete düşer ve derhal Mills’in yanına koşar. Neler olduğunu anlamaya çalışan Mills de işin aslını John Doe’dan öğrenir: John Doe o sabah Mills evden ayrıldıktan sonra onun evini ziyaret etmiş ve onun yaşadığı hayata imrenerek ‘koca’ rolünü oynamayı denemiş, başarısız olunca da karısı Tracy’yi (Gywneth Paltrow) öldürüp başını bir kutunun içine koymuştur. Yani Doe’nun planı tıkır tıkır işlemiştir: Doe, altıncı ölümcül günah ‘Kıskançlık’ın parçasıdır ve Mills de plana göre yedinci ölümcül günahın, ‘Öfke’nin parçası olacaktır… Karısına neler olduğunu öğrendiğinde sinir krizi geçirerek Dedektif Somerset’e kutuda ne olduğunu soran Dedektif Mills’in bu repliği, filmin kan dondurucu sonunun ve üç oyuncunun eşsiz performanslarının da katkısıyla son derece etkileyici bir hal alıyordu. BAFTA adayı senaryosu gibi bu replik de efsane haline gelmeyi başardı.

15 Nisan 2012 Pazar

Efsane Replikler 15 – “You shall not pass!”

Hakkında bir şeyler yazmak için dahi dakikalarca düşündüğümüz “The Lord of the Rings”de duyduğumuz efsanevi replik de filmin fragmanının yayınlandığı ilk günlerden itibaren seyircinin (haklı olarak) dilinden düşmez oldu. Üçlemenin en sevilen karakterlerinden Gandalf’ın ağzından duyduğumuz bu cümle, şüphesiz serinin en etkileyici sahnelerinden birinde, Khazad-Dûm Köprüsü’nde iblis Balrog’a karşı gücünü kullanan büyücünün sarf ettiği son cümleydi.

Okuyup izleyenlerin bildiği gibi “The Lord of the Rings” üçlemesinin ilk ayağında, “The Fellowship of the Ring”de Güç Yüzüğü’nü Mordor’a, Hüküm Dağı’na, yani dövüldüğü yere götürüp orada yok etmekle görevli 9 kişi (Yüzük Kardeşliği) Ayrıkvadi’den ayrılıp yollara düşer. Farklı yolları deneyip o yolların kapalı olduğunu fark eden Kardeşlik, Caradhras Geçidi de onlara yol vermeyince (Saruman’ın buradaki rolü atlanmamalı tabii) Gandalf hiç istemese de Frodo’nun seçimiyle Moria’ya yollanır. Orada Orklar’dan Troll’e kadar karşılarına çıkan birçok yaratığı atlatan Kardeşlik, Gandalf’ın “Kadim dünyadan bir iblis…” diye tanımladığı Balrog’un uyandığını fark edince kaçmaya başlar. Kaçış Khazad-Dûm Köprüsü’nde Gandalf’ın Balrog’a karşı gelmesiyle son bulur; Gandalf Balrog’a “Go back to the shadow!” diyerek onun geçmemesini salık verir, fakat Balrog onu dinlemez. Gandalf da bahsettiğimiz repliği sarf eder ve çareyi köprüyü yıkmakta ve Balrog’u geldiği yere, gölgeye geri göndermekte bulur… Üçlemenin ikinci filmi “The Two Towers”ın en başında da izlediğimiz bu sahne, son derece etkileyici bir görsel şölen vaat etmekle kalmayıp, Howard Shore’un notalarıyla da aynı zamanda kulağa hitap etmeyi biliyordu. Replik de, tahmin edileceği gibi, birçok kişinin diline pelesenk olup birçok filmde/dizide daha kullanıldı ve efsane haline gelmeyi başardı.

Not: Wikipedia’da bu repliğin 1. Dünya Savaşı’nda kullanılan “They shall not pass!sloganın bahsedildiği sayfada geçmesi ve üçlemenin yazarı J.R.R. Tolkien'in de 1. Dünya Savaşı gazilerinden olması ilginç bir tesadüf.

3 Nisan 2012 Salı

32. Altın Ahududu Ödülleri Sahibini Buldu

Yılın en kötü filmlerinin seçildiği Altın Ahududu Ödülleri geçtiğimiz gece verildi. İlk olarak 1981 yılında J.B Wilson’ın evinde düzenlediği partiyle dağıtılan ve bu yıl otuz ikinci kez düzenlenen geleneksel Altın Ahududu (“The Golden Raspberry Awards”“Razzie”) Ödülleri bu sene de sahibini buldu. Evet, ödüller sahiplerini değil sahibini buldu, çünkü otuz iki yıllık Altın Ahududu Ödülleri tarihinde ilk kez bir film bütün ödülleri toplayarak rekor kırdı. Adam Sandler’ın başrolde olduğu “Jack and Jill” isimli komedi, aday gösterildiği ödüllerin hepsini toplayarak Altın Ahududu Ödülleri tarihinde bir ilke imza attı. Sandler’ın ikiz kardeşler Jack ile Jill’i canlandırdığı ve senaryosunu yazdığı “Jack and Jill”, gişede iyi iş yapmasına rağmen hiç iyi eleştiriler almamıştı.

“Jack and Jill”in kazandığı (!) ödüller ise şöyle:

En Kötü Film
En Kötü Erkek Oyuncu (Adam Sandler)
En Kötü Kadın Oyuncu (Adam Sandler)
En Kötü Yönetmen (Dennis Dugan)
En Kötü Yeniden Çevrim Veya Devam Filmi
En Kötü Çift (Adam Sandler, Katie Holmes veya Al Pacino)
En Kötü Kadro (Bütün Oyuncular)
En Kötü Senaryo (Adam Sandler, Steve Koren, Ben Zook)
En Kötü Yardımcı Erkek Oyuncu (Nick Swardson)
En Kötü Yardımcı Erkek Oyuncu (Al Pacino)
En Kötü Yardımcı Kadın Oyuncu (Katie Holmes)
En Kötü Yardımcı Kadın Oyuncu (David Spades)