19 Kasım 2013 Salı

Before Üçlemesi

















Üçleme dışındaki işlerinden şimdilik bihaber olduğumuz Richard Linklater'ın yönetmenliğini yaptığı seri 1995 yılında Before Sunrise ile başlayıp, 2004'te Before Sunset ile devam edip 2013'te Before Midnight ile son buldu. Hikayenin akışındaki gibi filmlerin de arasında dokuzar yıl geçiyor.

Celine : If there's any kind of magic in this world...It must be in the attempt of understanding someone, sharing something. I know it's almost impossible to succeed...But who cares, really? The answer must be in the attempt.

Üçlemenin bizce en güzel filmi olarak kalan Before Sunrise, yirmili yaşlarında, sevgilisinden yeni ayrılmış, Amerikalı Jesse (Ethan Hawke) ve büyükannesinin yanından dönen Fransalı Celine'in (Julie Deply) Avrupa'yı dolaşan bir trende tanışıp aralarında bir tür bağ olduklarına inandıkları için o günün ertesi sabahına kadar Viyana'yı birlikte dolaşmaya karar vermeleri üzerine kurgulanmış. Film diğer iki filmde de olduğu gibi baştan sona Jesse-Celine diyaloglarıyla dolu: Çocukluk, aileleri ile olan ilişkileri, cinsel tecrübeleri, politika, sanat, aşk, duygular, evlilik...yani kısacası her şey hakkında -durmadan- konuşuyorlar. Seyirciyi kesinlikle sıkmayan bu 105 dklık diyaloğun başarılı olma sebepleri gerçekçi ve artık eşine az rastlanır derecede yoğun olması: Birbiriyle hiç sıkılmadan konuşan, soru-cevap oyunlarıyla birbirlerini tanımaya çalışan ama en önemlisi birbirlerini sabırla dinleyen ve sonrasında hevesle kurdukları uzun cümlelerle cevap veren, "Bilmiyorum", "Fark etmez" gibi karakter yoksunu kalıplardan arındırılmış zengin bir diyalog izliyoruz. Nihayetinde sabah oluyor ve ikili altı ay sonra tekrar görüşmek üzere sözleşip ayrılıyorlar. 

Jesse: Sometimes I dream about being a good father ans a good husband. And sometimes it feels really close. But then other times it seems silly like it would ruin my whole life. And it's not just a fear of commitment or that I'm incapable of caring or loving because...I can. It's just that, if I'm totally honest with myself I think I'd rather die knowing that I was really good at something. That I had excellent in some way than that I'd just been in a nice, caring relationship. 



Celine: I was having this awful nightmare that I was 32. And I woke up and I was 23. So relieved. And then I woke up for real, and I was 32.

İkinci filmse dilimize Gün Batmadan olarak çevrilen ve 2004'te gösterime giren Before Sunset. Jesse'nin Paris'teki imza gününden karelerle başlıyor film ve öğreniyoruz ki Jesse Celine'le birlikte geçirdikleri günü roman olarak yazmış ve dünyayı dolaşarak kitabını tanıtıyor, imzalıyor. Jesse'nin şehrine geldiğini öğrenen Celine'in imza gününe gitmesi ve ikilinin tekrar karşılaşmaları sonrasında başlayan ve 80 dk sürecek olan diyaloga seyirci kalıyoruz böylelikle. Aradan seneler geçmiş, Viyana'daki buluşma birtakım sebeplerden dolayı gerçekleşmemiş, Jesse evlenmiş, Celine ise birkaç ilişki yaşamış olsa da görüştüklerinde yalnız yaşamaktadır. Konuşma ilerledikçe birbirlerini aslında hiç unutmadıklarını, hayatlarında en önemli yerlerde olduklarını fark ederler yine sırayla her şeyden bahsederler, saçma ya da değil, konuşmaktan çekinmeden, cömertçe bir tavırla. Bu sırada filmin arka planı sayesinde Paris'in ara sokaklarında dolaşabilir, Sen Nehri'nde gezintiye çıkabilirsiniz.

Jesse: I feel like if someone were to touch me, I'd dissolve into molecules.


Jesse: But I also know that you love me. And I'm okay with you being a complicated humanbeing. I don't want to live a boring life, where two people own each other, where to people are institutionalized in a boz that others created because that is a bunch of stifling bullshit.

Üçlemeyi sonlandıran ve 2013 yazında gösterime giren Gece Yarısından Önce (Before Midnight) ise yine eleştirmenlerden tam not aldı ve Linklater biricik üçlemesini alnının akıyla kotarmış oldu. Son filmimiz bizlere yakın bir coğrafyada, Yunanistan'da geçiyor. Artık Jesse ve Celine kırklı yaşlarının başındadırlar, ama bu sizi yanıltmasın, etrafınızda görebileceğiniz birbirinden bıkmış ve ağızlarını bıçak açmayan çiftlerin aksine onlar yine film boyunca(109 dk) konuşacaklar. Jesse ve Celine, dokuz senedir yani Before Sunset'in sonundan bu yana birlikte yaşamaktadırlar ve ikiz kızları vardır. Bir yazarın daveti sayesinde buraya tatile gelmişlerdir. Film Jesse eski eşinden olan oğlunu havalimanından uğurlarken başlar. Devamında yine diyalog izleyeceğiz fakat bu diyaloğu bölen bir yemek sahnesi var, diğer filmlerden farklı olarak, diğer karakterler yerli yerinde yazıldığı için güzel bir sahne olmuş. Sonrasında ise çocukları arkadaşlarına bırakıp kendilerine hediye olarak ayırtılmış otel odasına çekilen geveze çiftimiz az biraz seviştikten sonra birtakım sebeplerden ötürü uzun bir kavgaya başlarlar. Kavga önceki eşten, çocuktan, aldatmalardan, ilgisizlikten, işten güçten... ötürüdür. Kadın ve erkeğin uzun süreli birlikteliğinin, hele de çoğalıyorlarsa sonunun pek de farklı olamayacağını gördüğümüz ve cazgırlığı dolayısıyla Celine'e kızmadan edemediğimiz kavga sonrasında biten film, hayatın acı gerçeklerini ortaya başarıyla dökmüştür.


Jesse: You remember that guy loved you and you had that great romance with? It's me.

Şimdi gelelim rakamlara, filmler kronolojik sırayla Imdb'den nasiplerini şu şekilde almışlar: 8.0, 8.0, 8.1. Metascore yüzdeleri ise şu şekilde: 77, 90, 94. Kendimize en yakın hissettiğimiz Rotten Tomatoes'a bakınca ise Tomatometer yüzdeleri şu şekilde: 100, 95, 98.

Çok övülen aşk filmlerinin çoğunu pek beğenmeyen biz, bu üçlemeyi severek izledik: Psikoloji-felsefe konuşmaktan hoşlananlar, az biraz romantik olanlar ve "kadın-erkek ilişkileri" hakkında bir şeyler duymak isteyenler için önerebiliriz.

12 Kasım 2013 Salı

“Gravity”



Yılın son çeyreğinde art arda iyi filmler gelmeye başladı. Henüz izleyemesek de Paul Greengrass’ın yönettiği Tom Hanksli “Captain Phillips”, Ron Howard’ın son filmi “Rush” ve Steve McQueen’in “12 Years A Slave”i gibi yapımlar çok iyi eleştiriler alarak beklentilerimizi daha da yukarılara çekti. Hal böyle olunca, ilk yarısında arka arkaya hayal kırıklığına uğradıktan sonra, ikinci yarısında 2013’e daha bir hevesle bakan sinemaseverler olduk.

Son on yıla (yaptığı ufak tefek işleri saymazsak) yalnızca üç film sığdırarak az ama öz film çeken Meksikalı sinemacı Alfonso Cuaron’un yönettiği “Gravity” de yukarıda saydığımız filmlerden biri. IMDB’de 10 üzerinden 8.5 alarak şimdilik “En İyi 250 Film” listesinde 50. sırada bulunan yapımın Metaskor’u 96/100; Rottentomatoes eleştirmenlerinin yüzde 97’si ise film hakkında olumlu şeyler söylemiş. 


“Gravity”, gerçekten de yılın en iyi işlerinden biri. 2006’nın en iyi filmlerinden biri olan ve En İyi Senaryo dahil 3 dalda Akademi Ödülü’ne de aday gösterilen “Children of Men”den yaklaşık yedi yıl sonra, yine beklentilerin üzerinde bir filme imza atan Cuaron, filmin senaryosunu oğlu Jonas Cuaron ile birlikte yazmış. 

“Gravity”, dünyanın hemen üzerinde, atmosfer dışındaki yörüngede yapılan bir keşif yürüyüşü sırasında iki ana karakterin başlarına gelen olayın öyküsünü anlatıyor: Hubble’ı tamir ederken geçirilen bir kaza sonucu önce emekliliğinden önce son görevine çıkan astronot Matt Kowalsky (George Clooney) ile, sonrasında ise ne yazık ki tek başına kalan tıp mühendisi Dr. Ryan Stone’un (Sandra Bullock) hayatta kalma mücadelesini, Cuaron’un yer yer son derece hareketli, yer yer durgun kamerasının merceğinden izliyoruz. 4 yıl önce James Cameron’ın “Avatar” ile ileri boyuta taşıdığı teknolojinin nimetlerini kullanan ve serpiştirdiği ayrıntılarla hayran bırakan Cuaron, “Y Tu Mama Tambien” ve “Children of Men”de de beraber çalıştığı, “Sleepy Hollow”un görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ile harikulade bir iş çıkarmış. 


Ryan Stone ve Matt Kowalsky ise, yin-yang gibi birbirini tamamlayan iki karakter. Son derece deneyimli astronot Matt, eğlenceli, komik ve rahat tavırlarıyla son derece olumlu bir intiba bırakırken; onun aksine deneyimi olmayan ve aşağıda bıraktığı bazı ailevi sorunların da etkisiyle gergin, huysuz ve ‘negatif’ bir karakter olan Ryan, olaylara hep kötü yönünden bakmayı tercih ediyor. Ancak az önce yaptığımız benzetmedeki gibi, Ryan’ın da içinde küçük de olsa bir umut ışığı var ve bu umut ışığının artmasına vesile olan etmen, onu tamamlayan Matt oluyor. Böylece kendi çabasıyla ‘yeniden doğan’ Ryan Stone karakteri, çabalayarak, didinerek hayatta kalma mücadelesini kazanmaya çalışıp doğaya dönmeye uğraşıyor.

Evet, filmimiz bir hayatta kalma ve yeniden doğma öyküsü. Kendini Hubble’ın içine attıktan sonra cenin pozisyonunu alan, ardından yaşadığı ‘ateş’li bir sekansın akabinde yaşam savaşı veren ve en sonunda suda yeniden doğarak toprağı kucaklayan Ryan, sonrasında emeklemeye, en sonunda ise yürümeye başlıyor. Özellikle uzaydaki sahnelerde tutunma, kavrama, sarılma gibi eylemleri sıklıkla kullanan Cuaron, baş karakterinin yaşama tutunmasını son derece başarılı bir biçimde seyircisine aktarıyor. 


Büyük bir hayranı olmasam da, filmi sırtlayan Sandra Bullock besbelli rolüne çok iyi hazırlanmış ve iyi bir iş çıkarmış. Film öncesi yönetmenle nefes çalışmaları yapmış olan Bullock (Ki karakterin nefes alıp verişleri tıpkı sesler gibi çok iyi kullanılmış), karakterine bir kahraman havası vermekten ziyade, Ryan Stone’un geçmişindeki havadislere, onun güçlü ve zayıf yönlerinin ortaya çıkmasına neden olan olaylara yoğunlaşarak karakterini etkin hale getirmiş. Çok fazla rolü yok ama, karizmatik oyuncu George Clooney de görüldüğü her sahnede kendisinden bekleneni veriyor. 

İnanılmaz derecede başarılı bir görüntü yönetimine, harika müzik kullanımına ve ses kurgusuna (Boşluktaki sessizlik, kapılar ve kapakları açıp/kapatınca değişen ortam gibi detaylar) sahip “Gravity”, sonu biraz aceleye gelmiş gibi dursa da, bu yıl izlenebilecek en iyi işlerden biri, belki de en iyisi. Ve kesinlikle sinemada, üç boyutlu izlenmesi gerekiyor. Tavsiyemiz hala gösterimdeyken kendisini kaçırmamanız.