30 Aralık 2013 Pazartesi

2013’ün En İyi Albümleri


Takip ettiğimiz birçok ismin/grubun yeni işlerle karşımıza çıktığı, hatta bazılarının ülkemize uğrayarak sahneleri şenlendirdiği bir yılı, 2013’ü geride bırakmak üzereyiz. Bazı isimlerin albümlerinin hayal kırıklığına uğrattığı kesin (IAMX’in son albümü “The Unified Field”, Anneke van Giersbergen’ın son albümü “Drive” yahut Panic at the Disco’nun en kötü işi olan “Too Weird to Live, Too Rare to Die” gibi); bazı isimlerse albümleri her ne kadar iyi şarkılarla bezeli olsa da “En İyiler” listesinde kendine yer bulamayacak albümlere imza attılar (örneğin Travis’in “Where You Stand”i, Oh Land’in üçüncü albümü “Wish Bone”, Yüzyüzeyken Konuşuruz’un ilk albümü, Placebo’dan “Loud Like Love”, Melis Danişmend’in ilki kadar iyi olmayan albümü “Biraz Gülmek İstiyordum” veya Mor ve Ötesi’nin “Güneşi Beklerken” adlı albümü). 

Ama bazı albümler de bu sene ziyadesiyle mutlu etti. Aşağıdaki listede, 2013’ün bizlere göre en iyi beş albümünü bulacaksınız: 

“Random Access Memories”Daft Punk: “2013’ün En İyi Şarkıları” diye bir liste yapsak zirveye oynayacak bir şarkıya, aynı zamanda bu yazın en sevilen şarkılarından birine sahip olan albüm, Daft Punk’ın dördüncü stüdyo albümü. 13 şarkıdan oluşan albüm, yaklaşık 75 dakika sürüyor ve Fransız ikili haricindeki birçok müzisyenin de katılımıyla, bu türe pek vakıf olmayanların bile ilgisini çekmeyi başarıyor bana göre. Hem müzik otorilerinden hem de dinleyiciden son derece olumlu eleştiriler alan “Random Access Memories”, “Give Life Back to Music”, “Instant Crush”, “Lose Yourself to Dance” ve tabii ki “Get Lucky” gibi harika şarkıları barındırıyor. 


“İkinci Cihan”Birsen Tezer: İlk albümü “Cihan” ile mest etmeyi başaran Birsen Tezer, ikinci albümüyle de kendisine olan hayranlığı katlayarak artırmaya devam etti. 2013’ün başında çıkardığı “İkinci Cihan” ile Tezer, mükemmel sesiyle bir duygudan diğer duyguya sürükledi. Vurucu nakaratıyla “Delikanlı”, İlhan Şeşen destekli “Ne Tuhaf” ve “Şarkıcının Şarkısı” gibi  harika parçalara yer veren 9 şarkılık albüm, vazgeçilmezler arasında kendine yer edindi. 

 
“Hesitation Marks” Nine Inch Nails: Grubun bazı hayranları albüme burun kıvırmış olsa da, müziğin tanrısı Trent Reznor’ın yıllar sonra piyasaya sürdüğü bu albüme kayıtsız kalmak imkansızdı. “The Eater of Dreams” adlı girişten sonra başlayan “Copy of A” ile “Özlemişiz!” dedirten “Hesitaton Marks”, David Lynch’in klibini çektiği mükemmel “Came Back Haunted”, albümdeki tarzdan biraz uzaklaşan “Everything”, bazı fanlara göre albümün en iyisi kabul edilen “Various Methods of Escape” ve “I Would For You” gibi şarkılarla gülümsetip “Keşke tekrar konsere gelseler…” diye yakınmalara sebep oldu. Konser demişken, video kanallarından grubun 2013 Turu canlı performanslarını izlemenizi öneririm. 


“Delta Machine”Depeche Mode: İlk tekli “Heaven” ilk etapta biraz ağır gelmiş olsa da, artık kötü işler yapmayacaklarına inandığım grup Depeche Mode, 2009 tarihli “Sounds of the Universe”ten 4 yıl sonra, dinledikçe etkisini gösteren harika bir albümle geri döndü. 17 Mayıs 2013 İstanbul Konseri ne yazık ki iptal olduğu için yeni albümdeki şarkıları, mesela “Soothe My Soul”u, “Secret to the End”i, “Welcome to My World”ü canlı dinleme şansına erişemedim, ama hala dinlemediyseniz kesinlikle yılın en iyilerinden olan “Delta Machine”e bir göz atmanızı ve İstanbul’a tekrar yolları düşerse bu efsane grubu canlı izlemenizi öneriyorum. 

 
“Exile” Hurts: Kendisi hakkında bir eleştiri yazısı da yayınladığımız “Exile”, bu yıl ülkemize de uğrayan İngiliz ikili Hurts’ün ikinci stüdyo albümü. İlk albüme göre ayakları daha yere basan, daha bir olgun“Exile”, ve sırf mükemmel şarkı “Sandman” için bile “2013’ün En İyileri” listesinde kendine yer bulur diye düşünüyorum. Albümde öne çıkan diğer parçalar “Blind”, “Mercy”, “Miracle”, “Somebody to Die For” ve albümle aynı adı taşıyan açılış şarkısı “Exile”

“AM”Arctic Monkeys: “Yılın En İyi Şarkısı” listesinde zirveye oynayacak kadar iyi “Do I Wanna Know”un başı çektiği yeni Arctic Monkeys albümü, bence çok iyi şarkılara sahip olsa da bazı hayranların burun kıvırdığı “Humbug” ve grubun yıllar içinde yapmış olduğu en kötü iş olan “Suck It and See”den sonra ilaç gibi geldi, orası kesin. Elle tutulabilecek kadar kötü tek bir şarkının dahi olmadığı “AM”, ilk tekli “R U Mine?”, siyah-beyaz tuhaf bir klibe sahip “One for the Road”, inanılmaz derecede eğlenceli “Why’d You Only Call Me When You’re High?” ve “No: 1 Party Anthem” gibi şahane şarkılarla bezeli bir albüm.

19 Kasım 2013 Salı

Before Üçlemesi

















Üçleme dışındaki işlerinden şimdilik bihaber olduğumuz Richard Linklater'ın yönetmenliğini yaptığı seri 1995 yılında Before Sunrise ile başlayıp, 2004'te Before Sunset ile devam edip 2013'te Before Midnight ile son buldu. Hikayenin akışındaki gibi filmlerin de arasında dokuzar yıl geçiyor.

Celine : If there's any kind of magic in this world...It must be in the attempt of understanding someone, sharing something. I know it's almost impossible to succeed...But who cares, really? The answer must be in the attempt.

Üçlemenin bizce en güzel filmi olarak kalan Before Sunrise, yirmili yaşlarında, sevgilisinden yeni ayrılmış, Amerikalı Jesse (Ethan Hawke) ve büyükannesinin yanından dönen Fransalı Celine'in (Julie Deply) Avrupa'yı dolaşan bir trende tanışıp aralarında bir tür bağ olduklarına inandıkları için o günün ertesi sabahına kadar Viyana'yı birlikte dolaşmaya karar vermeleri üzerine kurgulanmış. Film diğer iki filmde de olduğu gibi baştan sona Jesse-Celine diyaloglarıyla dolu: Çocukluk, aileleri ile olan ilişkileri, cinsel tecrübeleri, politika, sanat, aşk, duygular, evlilik...yani kısacası her şey hakkında -durmadan- konuşuyorlar. Seyirciyi kesinlikle sıkmayan bu 105 dklık diyaloğun başarılı olma sebepleri gerçekçi ve artık eşine az rastlanır derecede yoğun olması: Birbiriyle hiç sıkılmadan konuşan, soru-cevap oyunlarıyla birbirlerini tanımaya çalışan ama en önemlisi birbirlerini sabırla dinleyen ve sonrasında hevesle kurdukları uzun cümlelerle cevap veren, "Bilmiyorum", "Fark etmez" gibi karakter yoksunu kalıplardan arındırılmış zengin bir diyalog izliyoruz. Nihayetinde sabah oluyor ve ikili altı ay sonra tekrar görüşmek üzere sözleşip ayrılıyorlar. 

Jesse: Sometimes I dream about being a good father ans a good husband. And sometimes it feels really close. But then other times it seems silly like it would ruin my whole life. And it's not just a fear of commitment or that I'm incapable of caring or loving because...I can. It's just that, if I'm totally honest with myself I think I'd rather die knowing that I was really good at something. That I had excellent in some way than that I'd just been in a nice, caring relationship. 



Celine: I was having this awful nightmare that I was 32. And I woke up and I was 23. So relieved. And then I woke up for real, and I was 32.

İkinci filmse dilimize Gün Batmadan olarak çevrilen ve 2004'te gösterime giren Before Sunset. Jesse'nin Paris'teki imza gününden karelerle başlıyor film ve öğreniyoruz ki Jesse Celine'le birlikte geçirdikleri günü roman olarak yazmış ve dünyayı dolaşarak kitabını tanıtıyor, imzalıyor. Jesse'nin şehrine geldiğini öğrenen Celine'in imza gününe gitmesi ve ikilinin tekrar karşılaşmaları sonrasında başlayan ve 80 dk sürecek olan diyaloga seyirci kalıyoruz böylelikle. Aradan seneler geçmiş, Viyana'daki buluşma birtakım sebeplerden dolayı gerçekleşmemiş, Jesse evlenmiş, Celine ise birkaç ilişki yaşamış olsa da görüştüklerinde yalnız yaşamaktadır. Konuşma ilerledikçe birbirlerini aslında hiç unutmadıklarını, hayatlarında en önemli yerlerde olduklarını fark ederler yine sırayla her şeyden bahsederler, saçma ya da değil, konuşmaktan çekinmeden, cömertçe bir tavırla. Bu sırada filmin arka planı sayesinde Paris'in ara sokaklarında dolaşabilir, Sen Nehri'nde gezintiye çıkabilirsiniz.

Jesse: I feel like if someone were to touch me, I'd dissolve into molecules.


Jesse: But I also know that you love me. And I'm okay with you being a complicated humanbeing. I don't want to live a boring life, where two people own each other, where to people are institutionalized in a boz that others created because that is a bunch of stifling bullshit.

Üçlemeyi sonlandıran ve 2013 yazında gösterime giren Gece Yarısından Önce (Before Midnight) ise yine eleştirmenlerden tam not aldı ve Linklater biricik üçlemesini alnının akıyla kotarmış oldu. Son filmimiz bizlere yakın bir coğrafyada, Yunanistan'da geçiyor. Artık Jesse ve Celine kırklı yaşlarının başındadırlar, ama bu sizi yanıltmasın, etrafınızda görebileceğiniz birbirinden bıkmış ve ağızlarını bıçak açmayan çiftlerin aksine onlar yine film boyunca(109 dk) konuşacaklar. Jesse ve Celine, dokuz senedir yani Before Sunset'in sonundan bu yana birlikte yaşamaktadırlar ve ikiz kızları vardır. Bir yazarın daveti sayesinde buraya tatile gelmişlerdir. Film Jesse eski eşinden olan oğlunu havalimanından uğurlarken başlar. Devamında yine diyalog izleyeceğiz fakat bu diyaloğu bölen bir yemek sahnesi var, diğer filmlerden farklı olarak, diğer karakterler yerli yerinde yazıldığı için güzel bir sahne olmuş. Sonrasında ise çocukları arkadaşlarına bırakıp kendilerine hediye olarak ayırtılmış otel odasına çekilen geveze çiftimiz az biraz seviştikten sonra birtakım sebeplerden ötürü uzun bir kavgaya başlarlar. Kavga önceki eşten, çocuktan, aldatmalardan, ilgisizlikten, işten güçten... ötürüdür. Kadın ve erkeğin uzun süreli birlikteliğinin, hele de çoğalıyorlarsa sonunun pek de farklı olamayacağını gördüğümüz ve cazgırlığı dolayısıyla Celine'e kızmadan edemediğimiz kavga sonrasında biten film, hayatın acı gerçeklerini ortaya başarıyla dökmüştür.


Jesse: You remember that guy loved you and you had that great romance with? It's me.

Şimdi gelelim rakamlara, filmler kronolojik sırayla Imdb'den nasiplerini şu şekilde almışlar: 8.0, 8.0, 8.1. Metascore yüzdeleri ise şu şekilde: 77, 90, 94. Kendimize en yakın hissettiğimiz Rotten Tomatoes'a bakınca ise Tomatometer yüzdeleri şu şekilde: 100, 95, 98.

Çok övülen aşk filmlerinin çoğunu pek beğenmeyen biz, bu üçlemeyi severek izledik: Psikoloji-felsefe konuşmaktan hoşlananlar, az biraz romantik olanlar ve "kadın-erkek ilişkileri" hakkında bir şeyler duymak isteyenler için önerebiliriz.

12 Kasım 2013 Salı

“Gravity”



Yılın son çeyreğinde art arda iyi filmler gelmeye başladı. Henüz izleyemesek de Paul Greengrass’ın yönettiği Tom Hanksli “Captain Phillips”, Ron Howard’ın son filmi “Rush” ve Steve McQueen’in “12 Years A Slave”i gibi yapımlar çok iyi eleştiriler alarak beklentilerimizi daha da yukarılara çekti. Hal böyle olunca, ilk yarısında arka arkaya hayal kırıklığına uğradıktan sonra, ikinci yarısında 2013’e daha bir hevesle bakan sinemaseverler olduk.

Son on yıla (yaptığı ufak tefek işleri saymazsak) yalnızca üç film sığdırarak az ama öz film çeken Meksikalı sinemacı Alfonso Cuaron’un yönettiği “Gravity” de yukarıda saydığımız filmlerden biri. IMDB’de 10 üzerinden 8.5 alarak şimdilik “En İyi 250 Film” listesinde 50. sırada bulunan yapımın Metaskor’u 96/100; Rottentomatoes eleştirmenlerinin yüzde 97’si ise film hakkında olumlu şeyler söylemiş. 


“Gravity”, gerçekten de yılın en iyi işlerinden biri. 2006’nın en iyi filmlerinden biri olan ve En İyi Senaryo dahil 3 dalda Akademi Ödülü’ne de aday gösterilen “Children of Men”den yaklaşık yedi yıl sonra, yine beklentilerin üzerinde bir filme imza atan Cuaron, filmin senaryosunu oğlu Jonas Cuaron ile birlikte yazmış. 

“Gravity”, dünyanın hemen üzerinde, atmosfer dışındaki yörüngede yapılan bir keşif yürüyüşü sırasında iki ana karakterin başlarına gelen olayın öyküsünü anlatıyor: Hubble’ı tamir ederken geçirilen bir kaza sonucu önce emekliliğinden önce son görevine çıkan astronot Matt Kowalsky (George Clooney) ile, sonrasında ise ne yazık ki tek başına kalan tıp mühendisi Dr. Ryan Stone’un (Sandra Bullock) hayatta kalma mücadelesini, Cuaron’un yer yer son derece hareketli, yer yer durgun kamerasının merceğinden izliyoruz. 4 yıl önce James Cameron’ın “Avatar” ile ileri boyuta taşıdığı teknolojinin nimetlerini kullanan ve serpiştirdiği ayrıntılarla hayran bırakan Cuaron, “Y Tu Mama Tambien” ve “Children of Men”de de beraber çalıştığı, “Sleepy Hollow”un görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ile harikulade bir iş çıkarmış. 


Ryan Stone ve Matt Kowalsky ise, yin-yang gibi birbirini tamamlayan iki karakter. Son derece deneyimli astronot Matt, eğlenceli, komik ve rahat tavırlarıyla son derece olumlu bir intiba bırakırken; onun aksine deneyimi olmayan ve aşağıda bıraktığı bazı ailevi sorunların da etkisiyle gergin, huysuz ve ‘negatif’ bir karakter olan Ryan, olaylara hep kötü yönünden bakmayı tercih ediyor. Ancak az önce yaptığımız benzetmedeki gibi, Ryan’ın da içinde küçük de olsa bir umut ışığı var ve bu umut ışığının artmasına vesile olan etmen, onu tamamlayan Matt oluyor. Böylece kendi çabasıyla ‘yeniden doğan’ Ryan Stone karakteri, çabalayarak, didinerek hayatta kalma mücadelesini kazanmaya çalışıp doğaya dönmeye uğraşıyor.

Evet, filmimiz bir hayatta kalma ve yeniden doğma öyküsü. Kendini Hubble’ın içine attıktan sonra cenin pozisyonunu alan, ardından yaşadığı ‘ateş’li bir sekansın akabinde yaşam savaşı veren ve en sonunda suda yeniden doğarak toprağı kucaklayan Ryan, sonrasında emeklemeye, en sonunda ise yürümeye başlıyor. Özellikle uzaydaki sahnelerde tutunma, kavrama, sarılma gibi eylemleri sıklıkla kullanan Cuaron, baş karakterinin yaşama tutunmasını son derece başarılı bir biçimde seyircisine aktarıyor. 


Büyük bir hayranı olmasam da, filmi sırtlayan Sandra Bullock besbelli rolüne çok iyi hazırlanmış ve iyi bir iş çıkarmış. Film öncesi yönetmenle nefes çalışmaları yapmış olan Bullock (Ki karakterin nefes alıp verişleri tıpkı sesler gibi çok iyi kullanılmış), karakterine bir kahraman havası vermekten ziyade, Ryan Stone’un geçmişindeki havadislere, onun güçlü ve zayıf yönlerinin ortaya çıkmasına neden olan olaylara yoğunlaşarak karakterini etkin hale getirmiş. Çok fazla rolü yok ama, karizmatik oyuncu George Clooney de görüldüğü her sahnede kendisinden bekleneni veriyor. 

İnanılmaz derecede başarılı bir görüntü yönetimine, harika müzik kullanımına ve ses kurgusuna (Boşluktaki sessizlik, kapılar ve kapakları açıp/kapatınca değişen ortam gibi detaylar) sahip “Gravity”, sonu biraz aceleye gelmiş gibi dursa da, bu yıl izlenebilecek en iyi işlerden biri, belki de en iyisi. Ve kesinlikle sinemada, üç boyutlu izlenmesi gerekiyor. Tavsiyemiz hala gösterimdeyken kendisini kaçırmamanız.

4 Ekim 2013 Cuma

“Texas Chainsaw 3D”



Bazı filmler ne kadar kötü olurlarsa olsunlar sonlarını getirmek, ne kadar hayal kırıklığı yaratsalar da içlerinden iyi birkaç şey çekip çıkarmaya çalışmak çoğu sabırlı sinemaseverin yaptığı bir şey. Ancak öyle filmler var ki neresinden tutsanız elinizde kalacak kadar kötü, dağınık ve düzensiz çekilmiş oldukları için kendilerine katlanmak olanaksız hale gelebiliyor. İşte 1974 yapımı klasik “The Texas Chainsaw Massacre”dan nemalanılarak çekilen ve gişede iyi iş yapsın diye bir de posterine “3D” yaftası yapıştırılan “Texas Chainsaw 3D” öyle bir film. 

Aslında 10 yıl kadar önce Hollywood’un yeniden çevrim manyaklığının oltasına takılan kült yapım “The Texas Chainsaw Massacre”, 1974’te gösterime girdiğinde son derece iyi eleştiriler almış ve seyirciden epey ilgi görmüştü. Başarılı olduğu için seyreden yıllar içinde pek tabii birçok devam filmi çekilen “The Texas Chainsaw Massacre”, “Leatherface” ismiyle anılan, ürkütücü maskesi ve elektrikli testeresiyle insanların peşine düşen ürkütücü bir katilin ve ailesinin dehşet verici öyküsünü anlatıyordu. Az evvel de bahsettiğimiz, Jessica Biel’i başrole taşıyan 2003 yapımı yeniden çevrim ise, filmin ismini ve meşhur katilini gişe garantisi olarak kullanan, sıradan bir korku/gerilimden fazlasını vaat etmiyordu. Ancak aynı adlı yeniden çevrim gişede başarılı olunca, Leatherface bu kez Hollywood’un bir başka manyaklığının, “Hadi hikayenin köklerine dönelim” mantığının kurbanı oldu. “The Texas Chainsaw Massacre: The Beginning” isimli vasat yapımın başrolünde de “The Fast and the Furious”tan ve The Facultyden tanıdığımız Jordana Brewster vardı. Son filmden altı yıl sonraysa, katilimiz Leatherface’in ismi bir kez daha kirletiliyor: Serinin (şimdilik) son filmi “The Texas Chainsaw 3D”, inanmazsınız ama, önceki iki filmden de kötü.


Aslında gayet cezbedici posterlere ve bu tür bir yeniden çevrimden ne bekleniyorsa onu verebileceğini inceden hissettiren tanıtımlarla seyirciye sunulmuş bu yapımın nesinden bahsetsek az; senaryo, yönetim, “Percy Jackson” serisinden aşina olduğumuz Alexandra Daddario’nun başı çektiği oyuncu kadrosu… Hani, bu tür filmlerde bir süre sonra kafanıza oturttuğunuz “Birkaç genç aptallıkları yüzünden öldürülsün, biz de ‘Hayır, oraya gitme!’ diyerek gerilelim ve eğlenelim” düsturu dahi yok olup yerini “Acaba sonunu izlemesem mi…” ya da “Daha kaç dakikası var ki?” gibi sorulara bırakıyor. Bir iki sahne hariç ciddi anlamda hiçbir numarası olmamasına karşın zamana ayak uydurmaya çalışması ve 3 boyutlu olması ise ayrı bir facia. 


Yarı çıplak gezen güzel kızlar ve kaslı erkeklerden oluşan bir grubun katilimiz Leatherface’in kurbanı olduğu ve sonlarına doğru kotarmaya çalıştığı şaşırtıcı bir “Tabii ki en sona kalan esas kızımız katille işbirliği yapar” hamlesine rağmen, “Texas Chainsaw 3D” son derece kötü bir film. Tavsiyemiz “Bu tür bir filmden ne bekliyorsanız onu veriyor” veya “O kadar kötü ki iyi” diyenleri boşverip serinin orijinal filmini tekrar izlemeniz.

9 Eylül 2013 Pazartesi

“Exile”



İngiliz synth-pop grubu Hurts’ün ikinci albümü “Exile”, 8 Mart 2013 tarihinde piyasaya sürüldü. İlk albümleri “Happiness”ın aksine biraz daha siyah bir tona büründürdükleri yeni albümleriyle, İngiliz ikili Theo Hutchcraft ve Adam Anderson tarzlarını iyiden iyiye oturttuklarının ve çok daha iyi işler yaptıklarının/yapacaklarının sinyallerini veriyor. 

12 şarkının bulunduğu albüm, ilk albüm “Happiness”tan çok daha karanlık ve melankolik. Genel olarak ilk albüme nazaran biraz daha iyi eleştiriler alan “Exile”ın, müzik eleştirmenlerinin de belirttiği üzere Depeche Mode’a yakın olan tarzının “Happiness”a nazaran biraz daha sert bir müzikle harmanlanmış ve deneysel tınılarla dolu olduğu yazılanlar arasında. “Exile”, gerek kullanılan sert gitar rifleri ile, gerek koro ve klavyeleriyle, gerek davul ritmleriyle, daha sert ve cesur bir albüm, zira grup ilk albümlerinde çok beğenilen tarzlarında biraz değişikliğe giderek her grubun yapmak istemeyeceği bir şeyi yapıyor. 


 “Exile”a, albüme ismini veren şarkıyla başlıyoruz: Aynı zamanda grubun albüm turnesinin açılış şarkısı olan “Exile”, konser açılışı için çok uygun bir parça, çünkü çok iyi klavye efektleriyle başlayıp birden hızlanarak davul ve gitar tonlarıyla besleniyor. 

 “Exile”ın ardından gelen şarkı “Miracle”, albümün ilk teklisi. İlk kez 4 Ocak 2013’te dinleme şansına erişebildiğimiz şarkı, grubun çıkış şarkısı “Wonderful Life”tan beridir kullandığı ve artık alametifarikası haline getirdiği üzere, dansçıların Muse’un “Time is Running Out” klibindeki gibi grubun çevresinde dans ettikleri karanlık bir klibe sahip. Bolca ‘lens flare’in kullanıldığı klip, itiraf etmek gerekir ki ilk bakışta J. J. Abrams’ın elinden çıkmış gibi duruyor.  

 “Miracle”ın ardından, albümün bize göre en iyi şarkısı olan “Sandman”i dinliyoruz. Islıkla desteklenmiş bir melodiye sahip “Sandman”de kullanılan çocuk sesleri ve koro çok etkileyici. 

Dördüncü şarkı “Blind”, albümün Mayıs 2013’te piyasaya sürülen ikinci teklisi. İkilinin konserlerinde sıkça yer verdikleri ve çalmaktan besbelli pek hoşlandıkları bu duygusal parçanın, bağımlılığı anlatan son derece tuhaf bir klibi de var.

 “Only You” gitar, klavye ve vokalleriyle 80’ler pop müziğinin etkisinin net bir biçimde hissedildiği, diğer 4 şarkıya göre daha hızlı seyreden bir şarkı. Sözleri de romantik ve gayet hoş. 

 “The Road”, albümün piyasaya sürülmesinden önce iki dakikalık bir mini klip olarak dinleyiciye sunulan şarkı. Albümden dinleme şansı elde ettiğimiz ilk şarkı da diyebiliriz. Bir araba kazasını anlatan “The Road” için grubun vokalisti Theo Hutchcraft “We tried to write the darkest song we could…” demiş. Haksız da sayılmaz. Özellikle başlangıçtaki vokalin çok iyi olduğunu ayrıca belirtmek gerekir.

 “Cupid” tam bir konser şarkısı. Ancak “Exile”ın albüm turnesinde çalınan şarkılara bakarsak grup bu şarkıyı neredeyse hiç çalmıyor. Halbuki kendisi son derece gaz ve albümdeki en sert şarkılardan biri. 

Sekizinci sıradaki “Mercy”, içinde biraz Dubstep etkisi görebileceğiniz, akıldan çıkmayan ve ağza kolayca takılan bir şarkı. Gerideki koro ve nakarattan sonra duyduğumuz coşkun melodi, şarkıyı bir adım öne çıkarıyor. 

Göz göre göre aşık olunan tehlikeli bir kadını anlatan “The Crow”, Theo Hutchcraft’in vokalinin ve optimum müzik aletinin son derece etkin kullanıldığı, ağırbaşlı bir parça. Ancak albümün büyük olasılıkla en çok sevilen bir-iki şarkısından olan “Somebody to Die For”dan hemen önce yer alması, kendisi için şanssızlık.

On numaralı “Somebody to Die For”, grubun üçüncü teklisi. “Miracle”a da imza atan Frank Borin tarafından renklerin çok başarılı bir biçimde kullanıldığı bir de klibi çekilen şarkının klibinde de tıpkı “Blind”ın klibindeki gibi dinsel öğelere yer verilmiş. Fakat albüm versiyonu klip versiyonundan yaklaşık 45 saniye daha uzun ve daha güzel. Şarkıda ayrıca “Do Not Go Into That Good Night” şiirinden bir alıntı da duyuyoruz.

On bir numaralı şarkı “The Rope”, belirli bir kesim tarafından anında favori ilan edilmiş olsa da, ilk etapta çok dikkat çekmiyor. Ama başarılı klavye efektleri kesinlikle öne çıkıyor. 

“Exile”ın kapanış şarkısı “Help”, karanlık bir albüme bir nebze de olsa umutlu bir nokta koyuyor. Elton John’un piyanoda ikiliye eşlik ettiği parçada Hurts, Hans Zimmer’ın “The Dark Knight Rises” film müziklerinde yaptığını yapıp dünyanın dört bir yanından ses kayıtlarını gönderen hayranlarının seslerini vokal olarak kullanmış. 

Albümün bir de “Deluxe Edition” etiketi ile piyasaya sürülmüş bir sunumu var ve iki şarkı daha içeriyor: “Heaven” ve “Guilt”. “Heaven” daha çok ilk albüme yakışacakmış gibi duran ve “Help” gibi albümün geri kalanına göre daha aydınlık bir pop şarkısı. “Guilt” ise “Help” gibi piyanoyla desteklenmiş, sakin bir aşk şarkısı. 



2005’te Manchester’daki bir barın önünde çıkan kavgaya arkadaşlarının aksine katılmayıp sohbet etmeye başlayarak tanışan ve bugüne gelen Hutchcraft ve Anderson’ın ikinci albümü “Exile”, ilk albümü sevdiyseniz(daha karanlık tonda olmasına rağmen) beğenebileceğiniz kadar iyi ve etkili bir albüm. Daha önce dinlemediyseniz de “Exile”ın Hurts’e kulak vermek için ideal bir albüm olduğunu düşünüyoruz.