26 Haziran 2012 Salı

Gore Verbinski


Amerikalı yönetmen Gregor ‘Gore’ Verbinski (İsmi ‘Gore’(kan) gibi bir lakabı seçebildiğine göre hoş, evet), son on beş yıldır Amerikan sinemasına çektiği birçok filmle büyük katkıda bulunmuş yazar/yönetmen, aynı zamanda da müzisyen. Şimdiye dek çektiği filmlerin farklı türlerde olması da yönetmenin tür sinemasına yatkınlığından çok sinema sanatının kendisine olan yatkınlığını kanıtlar nitelikte. 

Yaratıcı yönetmen, 16 Mart 1964’te Oak Ridge, Tennessee’de doğmuş. Gençken bir punk rock grubunun gitaristi olan Verbinski (Kendisinin “Little Kings” ve Bad Religion üyesi Brett Gurewitz ve The Vandals üyesi Josh Freese ile “The Daredevils” adında iki grubu varmış), ilk kamerasını satın alabilmek için gitarını satmak zorunda kalmış ve her şey o zaman başlamış. Şimdiyse milyonlarca dolarlık yatırımları ve hasılatı olan filmlerin yönetmeni. Aynı zamanda epey aktif; öyle ki, son on yılda altı tane film çekti ve bu filmlerin hepsi genel anlamda iyi eleştiriler alıp ses getirmeyi başardı.

Verbinski, yönetmenlik kariyerine Bad Religion, NOFX gibi grupların müzik kliplerini yöneterek başladı. Aynı zamanda Budweiser, Nike, Coca-Cola, United Airlines, Canon gibi markaların reklam filmlerine de imza attı. 1996’da çektiği ve aynı zamanda senaryosunu yazdığı kısa film “The Ritual”ın ardından ise profesyonel kariyerinin birinci adımı olan ilk filmini yönetti. 

1-) “Mousehunt”:
Yönetmenin ilk filmi, 1997 yapımı “Mousehunt”tı. “Yılbaşında İzlenebilecek Filmler” listesi yapılsa kendine yer bulabilecek nitelikteki bir aile filmi olan “Mousehunt”, Türkiye’de “Zor Hedef Fare” adıyla gösterime girmişti.
Filmin hikayesini özetlemek gerekirse; babalarından kendilerine miras kalan eski evin milyonlarca dolar edecek değerli bir köşk olduğunu fark eden Smuntz Kardeşler (Lee Evans ve Nathan Lane), maddi durumları pek iyi olmadığı için evin pahasından yararlanmak ister. Ancak evi mesken tutmuş bir fare, onların planlarına engel olmak için elinden geleni yapacaktır.
Özellikle “Tom & Jerry” ile büyümüş neslin ilgisini kolaylıkla çekme potansiyeline sahip bu aile komedisi, gösterime girdiği yıl bayağı iş yapmış ve 90’lı yılların sonunda televizyonda da sıkça gösterilmişti. Bu yüzden 90’lı yıllarda çocuk olmuş kişiler için manevi değeri büyüktür. Gore Verbinski ise, özellikle farenin evin içinde ve borularda gezdiği sahnelerde gösterdiği reji başarısıyla takdiri hak etmiştir.

2-) “The Mexican”:
Yönetmenin “Mousehunt”tan sonraki filmi “The Mexican”, western ve aksiyon süslü bir romantik/komediydi. Brad Pitt ve Julia Roberts’ı ilk kez bir arada gördüğümüz (İkili aynı yıl “Ocean’s Eleven”da yine bir araya gelecekti) ve aynı zamanda Verbinski’nin en az beğenilen filmidir.
Film, son derece sakar Jerry Welbach’ın (Brad Pitt) lanetli olduğuna inanılan eski bir tabancayı sınırdan geçirip patronuna götürmek için hayatını tehlikeye atmasını konu alan, ‘kader ve tesadüf’ temalı bir yapımdır. Pitt ve Roberts’ın pek de ciddiye almadığı ve (James Gandolfini hariç) oyunculukların genel olarak beğenilmediği film, yine de iyi iş yapmıştı. Müzikleri de epey beğenilen yapım, Verbinski’nin sırtını yasladığı hızlı kurgusu ve özellikle ‘geriye dönüş (flashback)’ sahnelerindeki becerisi sayesinde yine de izlenebilir bir romantik/komedi olarak akıllara kazındı.


3-) “The Ring”:
2002 yapımı “The Ring”, Verbinski’nin önünü açan film oldu. Japon yönetmen Hideo Nakata’nın yönettiği roman uyarlaması “Ringu”dan uyarlanan bu gerilim, bir yeniden çevirim olmasına karşın olumlu tepkiler aldı. Eleştirmenler ve seyirci “Ringu”nun daha iyi olduğu konusunda hemfikir olsa da “The Ring”in gayet iyi bir yeniden çevrim olduğunu beyan etti.
“Efsane Replikler” listemizde de repliklerinden birine yer verdiğimiz film, Rachel Keller adlı bir gazetecinin yeğeni Katie öldükten sonra başına gelenleri konu alıyordu. İzleyenleri etkisinde bırakmayı başaran “The Ring”, Gore Verbinski’nin gerilim konusunda da yetenekli olduğunu gözler önüne serdi ve kendisinden sonraki birçok Uzak Doğu yeniden çevrimine (“Dark Water”, “The Grudge”, “Shutter”, “The Eye” gibi) önayak oldu.

4-) “Pirates of the Caribbean”
Disneyland’deki “Pirates of the Caribbean”dan uyarlanan ve başrolünde Johnny Depp, Geoffrey Rush, Orlando Bloom ve Keira Knightley’nin oynadığı “Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl”, aslında riskli bir projeydi. Bir kere doksanlı yıllardaki birkaç son derece başarısız örneğin de kanıtladığı üzere korsan filmleri iş yapmıyordu. “The Curse of the Black Pearl”ün ise kabarık bir bütçesi vardı ve yapım 13 yaş sınırlaması alan ilk Disney filmi olacaktı, yani bir başka hayal kırıklığı olması işten bile değildi. Ancak ‘blockbuster’ olarak tabir edilen aksiyon filmlerinin yapımcısı Jerry Bruckheimer, elini taşın altına soktu ve “The Ring” ile iyi eleştiriler almış olan Gore Verbinski’yi yönetmen koltuğuna oturtarak filmi finanse etti. Tabii birçok kişinin bildiği üzere Bruckheimer yanılmadı; “The Curse of the Black Pearl” çok beğenildi; bütçesini fersah fersah katlayan bir hasılat yaptı ve Oscar’a 5 dalda aday oldu. Öyle ki, “The Curse of the Black Pearl”ün ardından aynı kadroyla 2 film daha (“Dead Man’s Chest” ve “At World’s End”) çekildi.
Genel hatlarıyla korsan Kaptan Jack Sparrow (Johnny Depp) yüzünden başları beladan kurtulmayan Will Turner (Orlando Bloom) ve Elizabeth Swann’ın (Keira Knightley) öyküsü olarak tanımlayabileceğimiz “Pirates of the Caribbean” serisi, korsan filmlerine hak ettikleri itibarı geri kazandırdı. Serinin Gore Verbinski’nin yönetmediği dördüncü filmi “On Stranger Tides” ise kötü eleştiriler aldı ve bir filmde yönetmenin ne denli etkili olduğunu gözler önüne serdi diyebiliriz. 

 5-) “The Weather Man”:
Yönetmenin “Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl”den sonra, “Pirates of the Caribbean: Dead Man’s Chest”ten önce çektiği bu komedi/dramanın başrolünde Nicolas Cage ve usta aktör Michael Caine vardı. Müziklerde de “Pirates of the Caribbean”ın müziklerinde imzası bulunan Hans Zimmer’ın ismini görüyorduk.
“The Weather Man“de Nicolas Cage’in oynadığı Dave Spritz’in öyküsü anlatılıyordu. Kariyeri konusunda hiçbir sıkıntısı olmamasına rağmen mükemmeliyetçi babası, sorunlu eski karısı ve ayrıldığı çocukları ile ilişkisi konusunda sorunlar yaşayan Dave, aldığı bir iş teklifinin ardından işi ile ailesi arasında bir karar vermek zorunda bırakılıyordu… Özellikle 2000’lerin ikinci yarısında hayal kırıklığı yaratan yapımlarda izlediğimiz Nicolas Cage, bu filminde de ifadesiz suratına rağmen göze çok batmayan bir performans sergiledi. Film de, çok para kazandırmasa da beğenildi ve naif bir komedi/drama olarak akıllara kazındı. 

6-) “Rango”:
Verbinski’yle çalışmayı belli ki pek seven Johnny Depp’in yönetmenle dördüncü işbirliği, “The Mexican” gibi western süslü bir animasyondu. Yine Hans Zimmer’ın bestelediği mükemmel müziklerle baştan sona son derece eğlenceli bir seyir vaat eden “Rango”, western sevmeyenlerin bile kalbini kazanmayı başardı. Sahiplerinin arabası bir armadilloyu ezdiği için akvaryumu arabanın bagajından düşen ve Vahşi Batı’nın ortasında bir başına kalan bukalemun Rango’nun (Johnny Depp) hikayesini anlatıyordu bu film. Ve Disney’in yahut Dreamworks’ün parlak renkli animasyonlarında pek rastlayamadığımız kirli renk paletiyle, başından sonuna dek klasiklere yaptığı göndermeleriyle ve ince esprileriyle aldığı tüm iyi eleştirileri fazlasıyla hak ettiğini kolayca fark ettiriyordu. Eleştirmenlerin bağrına bastığı “Rango”, aynı zamanda “En İyi Animasyon” dalında Oscar ödülünün de sahibi oldu ve Gore Verbinski’ye ilk Akademi ödülünü kazandırdı.

7-) “The Lone Ranger”: Yine western, yine dolgun bir bütçe, yine Johnny Depp ile işbirliği, ve Verbinski’nin yine Disney’in kanatları altında ve Jerry Bruckheimer’ın yapımcılığında çektiği bir film; “The Lone Ranger”. Deneyimli yönetmenin 2013’te gösterime girecek 215 milyon dolar bütçeli filmi, Tonto isimli bir kızılderiliyle (Johnny Depp) hayatını kurtardığı John Reid namı diğer Lone Ranger’ın (Armie Hammer) öyküsünü anlatacak. “Revolutionary Road”un senaryosunu da yazan BAFTA adayı Justin Haythe’nin senaryosunu yazdığı “The Lone Ranger”, geçtiğimiz aylarda yayımlanan fotoğrafıyla şimdiden merak uyandırmayı başarıyor.

3 Haziran 2012 Pazar

J.K. Rowling Hakkında…


Joanne Kathleen Rowling, Harry Potter serisini yazmaya başladığında bir öğretmendi ve günün birinde İngiltere’nin sayılı zenginleriyle birlikte anılacağını, yazdığı kitapların milyonlara ulaşacağını ve kelimenin tam anlamıyla ‘efsane’ mertebesine erişeceğini muhtemelen tahmin etmemişti. 31 Temmuz 1965 yılında doğan İngiliz yazar, fikri Londra’ya giden bir trende aklına gelen Harry Potter ile yadsınamayacak bir başarıya imza attı: Kitaplar 400 milyondan fazla sattı, onlarca ödülün sahibi oldu, ayrıca uyarlandıkları filmler milyonlarca dolar hasılat elde etti.

Bu yazımızda, yazarın kişisel hayatı ve Harry Potter hakkında birkaç bilgi paylaşacağız:

- Çocukluğundan beri öykü yazan 1965 doğumlu Joanne Rowling, evinin yakınındaki ormandan ve mezarlıktan epey etkilenmiş. Çok sevdiği, hatta ona esin kaynağı olan ormanda sık sık yürüyüşe çıkıyormuş ve Hogwarts’ta en sevdiği mekan da Yasak Orman’mış.

- Kendisi muhtemelen bir agnostik, ancak Tanrı’nın var olduğuna dair inancı ağır basıyor. Çocukluğunda ailesinden kilise ziyaretine en sık giden oymuş; ayrıca kız kardeşi Di ile  kilisede temizlik işlerine yardım edip birer Sterlin kazanıyorlarmış. Yazar kitapta pek sevilmeyen bir karakterin ismini de kilisede ismini yazdıran kişilerden birini feyz alarak verdiğini belirtiyor.

- Ailesi onun erkek olmasını umuyormuş, hatta adını bile belirlemişler: Simon John. Kız kardeşi Di dünyaya geldiğinde ikisine de bir örnek kıyafetler giydirmişler; tek fark Di’ın kıyafetlerinin pembe, Joanne’inkilerin mavi olmasıymış.

- Annesi 1990 yılında hayata gözlerini yummuş. Babasıyla da küçüklüğünden beri hiç anlaşamazmış. Joanne, “Büyüdükçe onun gözüne girme ve onayını alma çabamın yersiz olduğunun farkına vardım” diyor bu konuda. Zaten birkaç yıldır da babasıyla görüşmüyormuş. Harry Potter serisindeki ‘ideal baba’ figürleri (Albus Dumbledore, Sirius Black, Rubeus Hagrid, Remus Lupin…) bu anlaşmazlığın sonucunda yaratılmış figürler.

- Annesi ölmeden önce kitabı yazmaya başlayan Joanne, annesinin vefatının kitabın konusuna değil, içeriğine etkisinin daha büyük olduğunu belirtiyor.

- 1992’de İngilizce öğretmeni olarak Portekiz’e taşınan Joanne, orada Jorge Arantes isimli bir muhabirle evlenmiş ve ilk çocuğu Jessica dünyaya gelmiş. Fakat 2 yıl süren evlilik 1995’teki boşanmayla noktalanmış ve Joanne depresyona girmiş. Anne-kız, bir süre devletin desteğiyle yaşamış ve Joanne her sabah Jessica’nın yaşadığını kontrol edip şükretmiş (Ruh Emiciler de bu depresyon sırasında yaratılmış karakterler).

- Harry Potter serisinin yayınevi Bloomsbury, kitapların hedef kitlesinin (Daha çok erkek çocukları) bir kadın yazar tarafından yazılmış bir kitabı okumak istemeyebileceğini düşünerek Joanne’e ismini kullanmamasını söylemiş. Joanne de ikinci bir isme sahip olmadığı için büyükannesi Kathleen’in ismini alıp isimlerin baş harflerini kullanmış.

- Kitap kurdu Hermione Granger karakteri, Joanne’in kendi gençliğinden esinlenerek yarattığı bir karakter; Ron Weasley ise gençliğindeki yakın arkadaşı Sean Harris’i baz alarak yarattığı bir karaktermiş. Hatta Sean Harris’in turkuaz renginde bir Ford Anglia’sı dahi varmış.

- Joanne, bir röportajda “Harry Potter and the Deathly Hallows”dan sonra karakterlere neler olduğunu şöyle açıklıyor: Charlie’nin akıbeti belli değil, belki evlendi ve çocuğu oldu…” Bu noktada kendisine “Yoksa Charlie eşcinsel mi?” diye sorulduğunda Dumbledore eşcinsel; bunu bir keresinde bir hayranıma söylediğimde neredeyse bana tokat atacaktı!” diyor ve devam ediyor: Charlie ise eşcinsel değil, o yalnızca ejderhaları kadınlardan daha çok seviyor…” Diğer karakterler içinse Percy, Audrey adlı bir kadınla evleniyor ve iki çocukları oluyor: Molly ve Lucy…”, George, Fred’in eski kız arkadaşı Angelina Johnson ile evleniyor ama mutlu bir hayat süremiyor…”, Luna Lovegood, Rolf Scamander adındaki bir adamla evleniyor ve ikiz oğulları oluyor, Lorcan ve Lysander, ve Luna ile kocası dünyayı dolaşıp garip hayvanlar aramaya çıkıyorlar…”, Ron ile Hermione, Harry ile Ginny evleniyor…”. Ardından kendisine “Bunlardan bile başka bir hikaye çıkabilir!” yorumuna düşünceli bir sesle “Evet…” dedikten sonra keskin bir dönüş yapıyor ve “Hayır, hayır, hayır…” diyor. “Artık Hogwarts ile ilgili bir şeyler yazmak istemiyorum”.

- Serinin yedinci ve son kitabı “Harry Potter and the Deathly Hallows”, 21 Temmuz 2007’de satışa sunuldu ve 24 saat içinde İngiltere’de 2.65 milyon, Amerika’da 8.3 milyon sattı.

- Yazar haftada 1500, yılda 75.000 mektup alıyor. Bunlardan çoğu hayranlarından, bazıları ise hayır kurum ve kuruluşlarından geliyor. Kendisi milyonlarca sterlin bağışlamış ve fakirlik duygusunu çok iyi bildiği için asla unutamayacağını söylüyor.

- Yazdığı son kitabını (“The Casual Vacancy”) “Politik bir peri masalı” olarak tanımlayan Joanne, acele etmek istemediğini, çünkü yazarken “Harry Potter and the Philosopher’s Stone”dan önceki sakin dönemlerini tercih ettiğini söylüyor.

- “Neden yazıyorsun?” sorusuna verdiği cevap ise basit olmasına rağmen çok şey açıklıyor: “Çünkü yazmayı çok seviyorum ve buna ihtiyacım var”.