21 Mayıs 2013 Salı

“Iron Man” Üçlemesi


2005 yılında, daha önce içki ve uyuşturucu gibi sorunlarla boğuşmuş, 1980’li yılların pek sevilen senaristi Shane Black, hem yazıp hem yönettiği ilk film olan “Kiss Kiss, Bang Bang”e başrol olarak “Chaplin” ile kendine hayran bırakan ve fakat bir zamanlar yazar-yönetmenle aynı dertten muzdarip olan Robert Downey Jr.’ı seçmişti. O sıralar “Ally McBeal” ile dikkatleri üzerine çeken ve “Gothika”, “A Scanner Darkly” gibi filmlerde boy gösteren Robert Downey Jr., büyük oranda sırtladığı kara komedi “Kiss Kiss, Bang Bang” ile yeteneğini ortaya sunmuş, “Iron Man” için başrol arayan yapımcıların da ilgisini çekmişti. 2008 tarihli “Iron Man” de Robert Downey Jr.’ın küllerinden doğduğu film oldu. Öyle ki, Downey Jr. aynı yıl “Tropic Thunder” ile Altın Küre ve Oscar’a aday gösterildi, bir sonraki yıl Guy Ritchie’nin izlerken pek eğlendiğimiz “Sherlock Holmes”unda başrolde oynayarak hayran kitlesini iyice genişletti ve hem “Iron Man”in devam filmleri, hem de geçen senenin en büyük hiti “The Avengers”ın başrolüne de oturarak iyiden iyiye dünya yıldızı oldu.

Shane Black ise beklediği popülariteyi en azından “Kiss Kiss, Bang Bang”in gösterimde olduğu zaman sağlayamadı. Film iyi eleştiriler aldı almasına, ancak seyirciden DVD’si piyasaya sürülene dek pek yüz bulmadı. Ev sinemasında kültleşen filminin ardından yine sessizliğe bürünen Black’in kapısını, Jon Favreau “Iron Man 3”yi yönetmeyeceğini açıkladığı vakit bu kez Robert Downey Jr. çaldı. Bu, Black’e, kendisine bir şans daha verip önünde birçok kapının açılmasını sağladıktan sonra bir nevi saygılarını sunmak ve borcunu ödemek demekti belki de. 

“Iron Man” üçlemesinin filmlerini kısa kısa anacak olursak; 

1-) “Iron Man”: 2008 tarihli ilk film, aktör-yönetmen Jon Favreau’nun imza attığı bir değişim ve kendini bulma hikayesiydi. Kendi imalatı olan bir silahla vurulup gafil avlanan çapkın milyoner Tony Stark’ın zekasını kullanarak “Iron Man”e dönüşme aşamalarını anlatan filmde, Downey Jr.’a Gwyneth Paltrow, Terrence Howard ve Jeff Bridges eşlik ediyordu. Uğraşıp didinen, her seferinde başarısız olan ama yitmeyip hep daha iyisini imal eden işadamı Stark, filmin sonunda tekrar kendi silahıyla karşı karşıya geliyor, bu kez onu yenmeyi başarıyor ve sonra yeni kimliğini kabul ediyordu. “Iron Man”i çekici kılan farklılıklardan biri de buydu aslında: Peter Parker, Clark Kent, Bruce Banner gibi kahramanlar kendi kimliklerini maskelerinin ardında gizlerken, Tony Stark çıkıp basın mensuplarının önünde tırnaklarıyla kazıyarak oluşturduğu yeni kimliğini ifşa etmekte beis görmüyordu: “I am Iron Man”. Film de, aynı yıl gösterime giren ve birçok hayran tarafından tüm zamanların en iyi çizgi-roman uyarlaması olarak anılan “The Dark Knight”ın gölgesinde kalmasına karşın, ana karakterinin dönüşüm hikayesini “The Dark Knight”takinden daha iyi anlatabiliyordu bize göre. 

2-) “Iron Man 2”: İlk filmin başarısı sonrası kaçınılmaz olan devam filmi “Iron Man 2”, 2010 yılında gösterime girdi. Yönetmenliğini yine Jon Favreau’nun yaptığı filmin senaryosunda bu kez Justin Theroux’nun da katkısı vardı. Robert Downey Jr. ve Gwyneth Paltrow’a bu kez maddi konuda kendisiyle anlaşılamadığı için Terrence Howard değil Don Cheadle eşlik ediyordu. Ayrıca S.H.I.E.L.D. üyesi ajan Natasha Romanoff rolünde Scarlett Johansson, Nick Fury rolünde Samuel L. Jackson ve Justin Hammer rolünde kötü adam rollerine pek yakışan Sam Rockwell de kadroya katılan isimler arasındaydı. Filmin esas kötüsü ise, tıpkı Shane Black ve Robert Downey Jr. gibi geçmiş yıllarda bağımlılık sorunlarıyla boğuşan ve “Sin City”deki Marv karakteriyle dikkatleri üzerine çektikten sonra, “The Wrestler” ile tıpkı Downey Jr. gibi küllerinden doğan Mickey Rourke’un canlandırdığı Ivan Vanko, namı diğer Whiplash idi. Film de, ilk film kadar iyi eleştiriler almasa da, seyirci ve eleştirmenler tarafından kayda değer bir devam filmi olarak nitelendirildi. Bizse, War Machine ve The Black Widow’un bulunduğu aksiyon sahnelerine ve “The Avengers” öncesi bizi heyecanlandıran bazı karakter ve ipuçlarına rağmen, yeterince etkin olmayan kötü adamları (Büyük umutlar beslediğimiz Ivan Vanko’nun son derece klişe ve ‘karikatür’ bir kötü adam olduğu bir gerçekti örneğin) ve tatmin etmeyen sonu nedeniyle “Iron Man 2”nun üçlemenin en zayıf halkası olduğunu düşünüyoruz. 

3-) “Iron Man 3”: Serinin üçüncü filmi, 200 milyonluk dolarlık bütçesine karşın şu ana kadar tüm dünyada çoktan 1 milyar dolar hasılat yapmış durumda. “The Avengers”ın rekorunu aşabilecek mi, bilemiyoruz, ancak tanıtımlar internet ve ekranlarda dönmeye başlayınca “The Avengers” sonrası ayyuka çıkan beklentinin körüklendiği kesindi. Ama şimdiden tüm zamanların en çok hasılat yapan 10 filminden biri olmasına rağmen, “Iron Man 3” “The Avengers” kadar iyi eleştiriler almadı, hatta bazı hayranlar filmden resmen nefret etti. Bunun yapımın uyarlandığı “Extremis” adlı çizgi romanın karakterleri ve konusu kadar, tanıtımların beklentileri çektiği yönle de ilgisi vardı. Zira fragmanlara, fotoğraflara ve afişlere bakıldığı vakit “Iron Man 3” ilk iki filme ve “The Avengers”a göre çok daha karanlık ve ciddi bir uyarlama olacağı izlenimi yaratıyordu. Üstüne üstlük Tony Stark’ın baş düşmanı The Mandarin gibi bir karakterin varlığı çizgi romanın ve ilk iki filmin sevenlerinin daha da bir meraklanması için yeterli bir sebepti. Ama filmi izleyenler görmüş olacaklar ki, “Iron Man 3” klasik bir Shane Black filmi. Tony Stark bu filmimizde yeniliyor, kendisini Demir Adam yapan zırhı dahil her şeyini kaybediyor ve dibe vurarak yeniden yükselmeye, kendisinin de filmde bahsettiği içindeki iblislerle savaşını kazanmaya çalışıyor. Bu kez düşmanı, az evvel bahsettiğimiz The Mandarin (Ben Kingsley) ve çizgi romanda aslında bu kadar ön planda olmayan Aldrich Killian (Guy Pearce). Maya Hansen rolünde Rebecca Hall’un da kadroya katıldığı ve Gwyneth Paltrow’un biraz daha ön plana çıktığı filmde ayrıca, “Insidious” , “Little Children” gibi filmlerde izlediğimiz ve yaşına rağmen Downey Jr.’ın karşısında çok iyi bir performans sergileyen Ty Simpkins de rol alıyor. Ama tabii ki filmi asıl sırtlayan Robert Downey Jr. oluyor, o ayrı. Filmin müziklerinin de, özellikle aksiyon sahnelerinde gayet etkin olduğunu belirtebiliriz, ancak 3 boyutlu izlemek özellikle bazı efekti bol aksiyon sahnelerinde ciddi anlamda yorucu olduğu için filmi zedeliyor. Drew Pearce ile birlikte yazdığı senaryo ile ilk filmin dinamik moduna dönen Blackin “Iron Man 3”si, “Iron Man 2”dan çok daha iyi bir aksiyon ve devam filmi olmuş. Ama film hakkında beklentiye girenler için en önemli kriter, “Iron Man 3”nin aslında bir Black yapımı olduğunu idrak edip son derece karanlık tanıtımlara rağmen (Hatta Sör Ben Kingsley’nin resmen döktürdüğü The Mandarin karakterinin birçok kişiyi memnun etmeyen sürprizine rağmen) ilk iki filmin ve “The Avengers”ın çizgisinde ilerleyen bir uyarlama olduğunu bilmek.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

“Insidious”



Malezyalı yönetmen James Wan, 2004 yılında çektiği polisiye/gerilim “Saw” ile birçok hayran kazanmıştı. Hiç de fena eleştiriler almayan, özellikle gittikçe ayyuka çıkan gerilimi ve sürpriz sonuyla o zamanlar gösterime giren gerilim filmleri arasında ayrı bir yer edinen “Saw”un gişe başarısı da beklenenin fersah fersah üzerinde olunca, takip eden her yıl çekilen devam film(ler)i de kaçınılmaz oldu. İkinci filmden sonra işi (kanı) iyice abartan “Saw” serisi – senaryoları hariç – yola James Wan ile devam etmedi, ama gişe başarısı konusunda serinin hiçbir filmi bir öncekini aratmadı.


James Wan da kariyerine gerilim türünün gergin sularından ayrılmadan devam etti. Kevin Bacon“Death Sentence”ın ardından, yine 2007 yılında “Dead Silence” adlı bir filmin yönetmenlik koltuğuna oturdu, sonra da “Insidious” isimli korku/gerilime imza attı. 2011 tarihli “Insidious”un senaryosunda, yönetmenle “Saw” ve “Dead Silence”ta da çalışmış, aynı zamanda “Saw”da rol almış Leigh Whannell’ın imzasını görüyoruz. Yapımcı koltuğunda ise “Paranormal Activity”nin yönetmeni Oren Peli var. 

Başrollerde Patrick Wilson, Rose Bryne, Lin Shaye ve yine senarist Leigh Whannell’ı izlediğimiz filmde bir banliyö evindeyiz.  Eve yeni taşınan Lambert ailesi, başlarda garip sesler duymaya başlıyor. Oğulları Dalton (Ty Simpkins) çatı katında düşüp komaya girince de, çaresizlikle çırpınıp komanın kaynağını ve tedavisini bulmaya çalışıyorlar. Beyninde hiçbir hasara rastlanmayan Dalton’ın komaya girmesinin esas sebebinin Renai’nin (Rose Bryne) evlerinde görmeye başladığı sözümona kötü ruhlar olduğunu düşündüklerinde, Daltonlar çareyi başka bir eve taşınmakta buluyorlar. Ama diğer eve taşındıktan kısa bir süre sonra, kendilerini rahatsız eden ruhların asıl amacının başka olduğunu öğreniyorlar…



İlk yarısı ağır ağır ilerleyen, ikinci yarısıyla gerilim bazında ivme kazanan “Insidious”  ile ilgili söylenebilecek şeylerden ilki, filmin retro filmlerin havasına sahip olması. Yani “Insidious”, Sam Raimi’nin harika gerilimi “Drag Me to Hell”in yaptığını yapıp 1980’lerin başarılı gerilim filmlerine öykünüyor. Gerilimi yavaştan tırmandıran ve seyirciyle eleştirmenlerin genelini memnun eden bir ilk yarıdan sonra, olayların neden yaşandığını açıklamaya girişen ikinci yarıda ise, birkaç başarılı kare ve sekansa rağmen (belki de olması gerekenden çok şey gösterdiği için) tökezliyor. Olan bitenin ardında yatan sır ilginç ve her filmde karşımıza çıkmayacak kadar özgün bir fikir, kabul etmek gerek. Ancak filmin bu yola girmesi, kendisini kurtarması için maalesef yeterli olmuyor. Sonunda yaratılmaya çalışılan ‘şaşırtıcı son’ etmeniyse korkunç olmaktan ziyade saçma. 

Müziğin ise filmde ayrı bir yeri var. Zaten her şeyin başlangıcının da müzik olduğunu söyleyebiliriz. Piyano çalan Renai Lambert’ın nota kağıtlarının bulunduğu kutunun kaybolması ve Renai piyano çaldığı sırada evin üst katındaki olayların başlaması bu duruma örnek teşkil edebilir. Bazen ani ses ve görüntü efektlerine sırtını yaslayıp yaylılarla gerilim yaratsa da, yapımda ayrıca “Tiptoe Through the Tulips” adlı eski ve hoş bir şarkı da kullanılmış. 


Bu yıl ağustos ayında devam filmini izleyeceğimiz “Insidious”, alınan eleştirilere, iyi iş çıkarmış oyuncu kadrosuna ve Wan ile Whannell isimlerini gördüğünüzde kafanızda oluşacak yargıya rağmen bize göre ne yazık ki sınıfta kalıyor. Umudumuz, devam filminde yönetmen ve senaristin ilk filmdeki hataları tekrar etmeyip ilkini aşan bir gerilime imza atması.