4 Mayıs 2013 Cumartesi

“Insidious”



Malezyalı yönetmen James Wan, 2004 yılında çektiği polisiye/gerilim “Saw” ile birçok hayran kazanmıştı. Hiç de fena eleştiriler almayan, özellikle gittikçe ayyuka çıkan gerilimi ve sürpriz sonuyla o zamanlar gösterime giren gerilim filmleri arasında ayrı bir yer edinen “Saw”un gişe başarısı da beklenenin fersah fersah üzerinde olunca, takip eden her yıl çekilen devam film(ler)i de kaçınılmaz oldu. İkinci filmden sonra işi (kanı) iyice abartan “Saw” serisi – senaryoları hariç – yola James Wan ile devam etmedi, ama gişe başarısı konusunda serinin hiçbir filmi bir öncekini aratmadı.


James Wan da kariyerine gerilim türünün gergin sularından ayrılmadan devam etti. Kevin Bacon“Death Sentence”ın ardından, yine 2007 yılında “Dead Silence” adlı bir filmin yönetmenlik koltuğuna oturdu, sonra da “Insidious” isimli korku/gerilime imza attı. 2011 tarihli “Insidious”un senaryosunda, yönetmenle “Saw” ve “Dead Silence”ta da çalışmış, aynı zamanda “Saw”da rol almış Leigh Whannell’ın imzasını görüyoruz. Yapımcı koltuğunda ise “Paranormal Activity”nin yönetmeni Oren Peli var. 

Başrollerde Patrick Wilson, Rose Bryne, Lin Shaye ve yine senarist Leigh Whannell’ı izlediğimiz filmde bir banliyö evindeyiz.  Eve yeni taşınan Lambert ailesi, başlarda garip sesler duymaya başlıyor. Oğulları Dalton (Ty Simpkins) çatı katında düşüp komaya girince de, çaresizlikle çırpınıp komanın kaynağını ve tedavisini bulmaya çalışıyorlar. Beyninde hiçbir hasara rastlanmayan Dalton’ın komaya girmesinin esas sebebinin Renai’nin (Rose Bryne) evlerinde görmeye başladığı sözümona kötü ruhlar olduğunu düşündüklerinde, Daltonlar çareyi başka bir eve taşınmakta buluyorlar. Ama diğer eve taşındıktan kısa bir süre sonra, kendilerini rahatsız eden ruhların asıl amacının başka olduğunu öğreniyorlar…



İlk yarısı ağır ağır ilerleyen, ikinci yarısıyla gerilim bazında ivme kazanan “Insidious”  ile ilgili söylenebilecek şeylerden ilki, filmin retro filmlerin havasına sahip olması. Yani “Insidious”, Sam Raimi’nin harika gerilimi “Drag Me to Hell”in yaptığını yapıp 1980’lerin başarılı gerilim filmlerine öykünüyor. Gerilimi yavaştan tırmandıran ve seyirciyle eleştirmenlerin genelini memnun eden bir ilk yarıdan sonra, olayların neden yaşandığını açıklamaya girişen ikinci yarıda ise, birkaç başarılı kare ve sekansa rağmen (belki de olması gerekenden çok şey gösterdiği için) tökezliyor. Olan bitenin ardında yatan sır ilginç ve her filmde karşımıza çıkmayacak kadar özgün bir fikir, kabul etmek gerek. Ancak filmin bu yola girmesi, kendisini kurtarması için maalesef yeterli olmuyor. Sonunda yaratılmaya çalışılan ‘şaşırtıcı son’ etmeniyse korkunç olmaktan ziyade saçma. 

Müziğin ise filmde ayrı bir yeri var. Zaten her şeyin başlangıcının da müzik olduğunu söyleyebiliriz. Piyano çalan Renai Lambert’ın nota kağıtlarının bulunduğu kutunun kaybolması ve Renai piyano çaldığı sırada evin üst katındaki olayların başlaması bu duruma örnek teşkil edebilir. Bazen ani ses ve görüntü efektlerine sırtını yaslayıp yaylılarla gerilim yaratsa da, yapımda ayrıca “Tiptoe Through the Tulips” adlı eski ve hoş bir şarkı da kullanılmış. 


Bu yıl ağustos ayında devam filmini izleyeceğimiz “Insidious”, alınan eleştirilere, iyi iş çıkarmış oyuncu kadrosuna ve Wan ile Whannell isimlerini gördüğünüzde kafanızda oluşacak yargıya rağmen bize göre ne yazık ki sınıfta kalıyor. Umudumuz, devam filminde yönetmen ve senaristin ilk filmdeki hataları tekrar etmeyip ilkini aşan bir gerilime imza atması.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder