“The Boy in the Striped Pyjamas” adlı kitabın arkasına baktığımızda şöyle bir tanıtım yazısı görüyoruz: “The story of “The Boy in the Striped Pyjamas” is a very difficult to describe. Usually we give some clues about the book on the cover, but in this case we think that would spoil the reading of the book. We think it is important that you start to read without knowing what it is about…”
Bu yazı, bir pazarlama stratejisi olarak düşünüldüğünde hiç de fena görünmüyor, kabul etmek gerek. Zaten “The Boy in the Striped Pyjamas”ın konusunu öğrenen bir insanın vereceği tepkinin şu olması fazlasıyla muhtemel: “Yine mi!?”
Evet, yine: “The Boy in the Striped Pyjamas”, 2. Dünya Savaşı sırasında arkadaşlık kuran iki birbirinden farklı insanın öyküsünü masumiyet ve çocukluğu da işin içine katarak anlatıyor. Kitabın baş kahramanı Bruno adındaki bir çocuk. Bruno henüz 9 yaşında ve bir gün eve geldiğinde evin hizmetçisi Maria’nın eşyalarını (gizlediği eşyaları bile) topladığını görüyor. Neler olduğunu sorduğundaysa babasının işi nedeniyle Berlin’den uzağa, Auschwitz’e taşınacaklarını öğreniyor, yani arkadaşlarından, büyükanne ve büyükbabasından uzağa. Yeni evlerine taşındıklarında evlerinin önceki evden daha küçük ve sevimsiz olduğunu fark eden Bruno’nun bu eve alışıp ‘yuva’ demeye başlaması ise epey zaman alıyor. Berlin’deki evin çatı katından biraz zorlukla baktığında bütün Berlin’i gören Bruno, bu evde yalnızca hemen yan taraflarındaki dikenli telleri ve tellerin ardındaki insanları görüyor. Berlin’deki eve geri dönmeyi ısrarla istemesine karşın en azından uzunca bir süre bunun mümkün olmayacağını anlayınca da evin çevresini keşfetmeye karar veriyor ve bir gün dikenli tellerin ardındaki Schmuel adlı bir çocukla tanışıp arkadaş oluyor…
John Boyne adlı İrlandalı yazarın kitabı, aslında basit bir anlatıma sahip ve okuyucuya olan biteni 9 yaşındaki bir çocuğun gözünden iletiyor. Bu da anlatımın biraz daha kolayca anlaşılır olmasına neden olmuş (Biraz fazla kolayca hatta). Ancak şunu söylemek gerekir; kitabın en başarılı yanlarından biri, Bruno karakterinin yaşadığı isyanı, kafa karışıklığını, gel gitleri bize etkili bir biçimde iletebilmesi. Bruno düşünse de kafası almıyor, çünkü dünyada o kadar büyük kötülüklerin olabileceğini fark edememiş; babası son derece acımasız bir Nazi subayı olmasına rağmen onun ‘diğerleri’ gibi olmadığını ısrarla iddia etmesi buna bir örnek. Tellerin arkasında neler döndüğünü, Yahudiler’in neden orada tutulduğunu, Schmuel’in babasının neden birden bire ortadan kaybolduğunu da anlayamıyor mesela.
Kitabın kötü yanı ise az önce parantez açtığımız üzere çok da etkin bir anlatım tutturamaması ne yazık ki. 2. Dünya Savaşı sırasında masumiyetiyle yara alan çocukların öyküsünü daha önce çok kez izleyip/okuduğumuz için en büyük beklenti tabii ki en azından anlatım tarzında ve olayların akışında bir özgünlük, ancak kitap bunu verebilmekten çok uzak. Görev bilincini her şeyin üzerinde tutan baba, bu yüzden sinir hastası olmuş anne, aslında doktor olan ama garsonluk yapmaya zorlanan yaşlı Yahudi, sırf Yahudi olduğu için kendisine zorbalık edilen bir çocuk… Dünya Savaşları’nın ikisinin de yüzlerce drama, trajediye önayak olması, böyle hikayelerin her daim karşımıza çıkması ve hepsinin birbirinden üzücü olması su götürmez bir gerçek, fakat çok daha iyilerini gördüğümüz/duyduğumuz bir romanı okuduğumuz vakit de 2. Dünya Savaşı’nın yalnızca her zaman tutan bir hikayeye sahip olduğu için fona yerleştirildiğini düşünmemek elde değil. Üstelik kitabın sonu da çok vurucu olabilecekken aceleye getirilmiş gibi yazıldığı için hüznü kursakta bırakıyor.
“The Boy in the Striped Pyjamas”, çocuklara uygun olmayan ama anlatımı yüzünden ‘çocuk kitabı’ sıfatını üzerinden atamayan bir roman. Bolca boş vakti olan ya da 2. Dünya Savaşı ile ilgili öyküleri sevenlere tavsiyedir, ancak okumadan evvel pek büyük beklentilere girmemek daha iyi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder