“Let Me In”, İsveçli yönetmen Tomas Alfredson’un 2008 yılında çektiği “Låt den Rätte Komma In”in yeniden çevrimi. Aslen bir roman uyarlaması olan “Låt den Rätte Komma In” hak ettiği uluslararası başarıyı yakalayınca konu ve senaryo sıkıntısı çeken Hollywood’un filmi yeniden çekmek için harekete geçmesi tabii ki kaçınılmazdı. Çünkü Alfredson’un filmi, İsveç’in soğuk ve karlı havasını fona koyan son derece stilize ve özgün bir dram/gerilimdi. Yalnızlık, çocukluk, dışlanmışlık, farklılık gibi temaları kullanan film, yönetmenin seçtiği dingin anlatım tarzı ve insanın içine fondaki soğuk misali işleyen ağır gerilimiyle hem eleştirmenlerin, hem de uzun zamandır iyi ve orijinal bir vampir öyküsü izlememiş olan seyircinin beğenisi kazandı.
“Let Me In” ise “Låt den Rätte Komma In”den iki yıl sonra gösterime girdi. J. J. Abrams’ın yapımcılığında yönettiği ilk filmi “Cloverfield” ile gayet iyi eleştiriler alan Matt Reeves filmin yazarı ve yönetmeniydi. Baştan herkesin burun kıvırdığı ve “Ne gerek var ki!?” minvalinde kelamlar ettiği “Let Me In” gösterime girdiğinde ise herkes şaşırdı; zira film eleştirmenler tarafından son derece iyi bir yeniden çevrim olarak anıldı. Seyirci de filmi bağrına bastığına göre fark ediliyor ki yeniden çevrim fikrini gereksiz görenler dahi filmi beklediğinden çok daha iyi bulmuş.
Aslında düşününce insan hakkını veriyor, çünkü “Let Me In”, gereksiz ve özgün filmin fersah fersah gerisinde kalan yeniden çevrimlerle dolu Hollywood sinemasını göz önüne aldığımızda gerçekten ön plana çıkan bir film. Bir kere “Cloverfield” ile gerilim konusundaki yeteneğini kanıtlamış olan yazar/yönetmen Matt Reeves, son derece isabetli bir seçim yapmış ve orijinal filmin ruhunu bozmamak için çok uğraşmış. 1982’de Blackeberg-İsveç’te geçen hikayeyi David Fincher’ın “The Girl With the Dragon Tattoo”da yaptığını yapmayıp Amerika’ya, Los Alamos-New Mexico’ya taşımış. Özellikle Amerikan seyircisini ve eleştirmenleri tavlamak içinse zamanı bir yıl ileriye sarmış ve öyküyü Ronald Reagan dönemine, 1983’e denk getirmiş. Ancak filmin genel hatlarıyla yahut hikayesiyle ilgili çok farklı alanlara yönelmemiş. Yani hikaye genel olarak aynı: Ailesi sorunlar yaşayan ve okuldaki zorba çocuklar tarafından itilip kakılan Owen (Kodi Smit Mc-Phee) ve onun yan dairesine taşınan Abby (Chloe Grace Moretz, ki kendisi film hakkında “My mom won’t let me watch the whole thing” diyerek gülümsetmiştir), tuhaf bir arkadaşlık kurar. Geceleri apartmanın önünde buluşup konuşan ikilinin arasındaki ilişki, gittikçe daha garip bir hal alacaktır çünkü Abby bir vampir, Owen’ın baştan Abby’nin babası sandığı adam ise Abby’nin eski sevgilisidir ve geceleri Abby açlığını giderebilsin diye insanları öldürmektedir…
Yazar-yönetmenin yaptığı değişiklikler ise filmin hikayesinde değil gidişatında ortaya çıkıyor. Şunu belirtmek gerekir ki Matt Reeves, “Låt den Rätte Komma In”in gerçekten büyük bir hayranı çünkü “Let Me In”in neredeyse her sahnesinde bunu seyirciye hissettiriyor. Yani Reeves filmi saçma sapan bir aksiyon/gerilime çevirmek yerine ilk filme saygısı sonsuz, ağır bir dram/gerilime imza atmayı tercih etmiş. Fakat tercih edilen bu karanlık ve stilize ton filmi en az ilk film kadar iyi bir film olmaya itmiş mi? Cevabımız ne yazık ki hayır. Bir kere filmin ağır aksak ilerlediği sahnelerde kullandığı müzik, ses efektleri ve kamera açılarıyla başarıya ulaşan Reeves, iş ilk filmdeki harika gerilim sahnelerine gelince çuvallıyor. Mesela Owen’ın Abby’yi ‘içeri davet etme’ sahnesi, Abby tarafından ısırılan komşunun hastanede yandığı sahne, Abby’nin Owen’ın evinde duş aldıktan sonra giyindiği sahne (Owen, ilk filmdeki Oskar’ın aksine bir Amerikan genci ve tabii ki soyunan arkadaşını dikizlemek gibi terbiyesizce bir şey yapmak onun harcı değil) veya Owen’ın okulunun havuzunda geçen o mükemmel kurtarış sahnesi “Låt den Rätte Komma In”in çok gerisinde.
Yine de “Let Me In”, az önce de belirttiğimiz gibi onca saçma sapan yeniden çevrimin kol gezdiği Hollywood sinemasında kendine özel bir yer edinebilecek bir yapım. İki filmi de henüz izlememiş olanların tercihlerini kesinlikle duygusal yoğunluğu ağır basan İsveç yapımı filmden yana kullanmalarını tavsiye etsek de, bu filmin sırf orijinaline olan saygısından ve gayet başarılı oyunculuklarından dolayı hiç de fena olmadığını belirtmek gerek.
Son bir not: Abby’nin saldırıya uğrayıp ısırıldığı sahneyi de çeken yönetmen, filmin akışını bozabileceğini düşündüğü için bu sahneyi filme koymaktan son anda vazgeçmiş. Sahne gayet etkileyici olduğu için yanlış bir seçim bize göre. İzlemek isteyenler için:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder