1 Aralık 2012 Cumartesi

“Skyfall”



Bir yıl önce James Bond’un son yıllardaki gidişatı ve “Quantum of Solace” ile ilgili eleştiri yazısını paylaştığımızda, 007’nin son filminin akıbeti belirlenmiş ancak ismi açıklanmamıştı. İlk filmi “American Beauty” ile beğenimizi kazanan, ardından gelen “Road to Perdition”, “Revolutionary Road” gibi filmlerle hayran kitlesini epeyce genişleten Sam Mendes’in yöneteceği filmin isminin “Skyfall” olacağı yazımızdan kısa bir süre sonra açıklandı. Aslında prodüksiyondan evvel filmin isminin “Carte Blanche” olacağına dair söylentiler de dolaşmış, ancak yapımcı şirket EON Productions bu söylentileri yalanlamıştı.

“Quantum of Solace”ı merkeze alan yazımızda da bahsettiğimiz üzere bir önceki James Bond filmi, hayal kırıklığına sebep olmuştu. Martin Campbell’ın yönettiği “Casino Royale”le resmen yeniden doğan Bond, başarıyla kotarılmış adrenalin yüklü aksiyon sahneleri, müzikleri, Eva Green’in pek yakıştığı Bond kızı Vesper karakteri, eski filmlere yapılan göndermeleri ve bilhassa belirli bir kesimin burun kıvırmasına karşın rolüne çok yakışan Daniel Craig’in 007 kompozisyonuyla izleyiciye bekleneni, hatta belki de beklenenden fazlasını vermişti. Ancak Marc Forster’ın yönetmenliğindeki “Quantum of Solace” çizgiyi biraz aşağı çekmişti.

“Stranger Than Fiction”, “Finding Neverland” gibi iyi filmlerde imzası olsa da Bond külliyatına pek de etkisi olmayan bir yapım ekleyen Forster’dan sonra, 23. filmin hazırlıklarına başlandı. Film serisinin 50. senesinde gösterime girecek olan yapımın yönetmeninin Sam Mendes olacağı “Quantum of Solace”ın gösterime girmesinden kısa bir süre sonra kesinleşti. MGM Movies’in maddi sorunlarına rağmen projeden ayrılmayan Mendes, “Skyfall” ile gayet iyi eleştiriler alan ve aldığı olumlu tepkilerin çoğunu – hepsini değil – hak eden bir filme imza attı bize göre. 
“Skyfall” İstanbul’da başlıyor (Bilin bakalım İstanbul’da nerelerde çekim yapılmış, ne tür müzikler kullanılmış); Bond (Daniel Craig) ve Eve (Naomie Harris) içinde çok önemli bilgiler bulunan bir hard diski çalan Patrice isimli bir adamın peşine düşüyorlar. Trenin birinde devam eden aksiyon sahnesinin sonunda, Bond Patrice ile boğuşurken Eve M’den (Judi Dench) emir alınca ateş ediyor ve yanlışlıkla zaten yaralanmış olan Bond’u vuruyor. O sırada bir köprünün üzerinden geçen (köprü sahneleri de Adana’da çekildi) trenden düşen ve nehrin dibini boylayan Bond’un ve Eve’in görevi fiyaskoyla sonlanıyor.

Söz konusu sahnenin ardından Adele’in söylediği “Skyfall” eşliğinde harika bir jenerik izliyoruz. Filmdeki imgelerin, sembollerin ve bazı sahnelerin kullanıldığı jenerik hayranlık uyandırıyor. Jeneriğin ardından ISC’nin başkanı Gareth Mallory (Ralph Fiennes), İstanbul’daki görev başarısızlıkla sonuçlandığı için M’den emekliye ayrılmasını istiyor. Mallory ile yaptığı toplantıdan dönerken bilgisayarına tuhaf bir ileti gelen M, çok geçmeden MI6’in patlamasına tanık oluyor. Öldüğü sanılan Bond da, bu saldırının haberini alınca Türk adalarından birinde keyfini çıkardığı emeklilikten vazgeçip işinin başına dönüyor.


Rottentomatoes’ta eleştirilerinin yüzde 92’si olumlu olan “Skyfall”, Metascore’da 100 üzerinden 81 puan aldı ve şu an Imdb’de 10 üzerinden 8.1 puanla En Beğenilen 250 Film listesinde. Eleştirmenlerden bir çoğu filmin mizah, duygusallık ve aksiyon yönünden bekleneni fazlasıyla verdiğini belirtmekte. İyi bir iş çıkaracağını zaten başından beri bildiğimiz Sam Mendes, çok özgün ve seride ayrı bir yerde durmasa da klasik filmlere yaptığı göndermeler (Bond’un arabası, martini diyaloğu, Q’nun – ki bu filmde John Cleese tarafından değil, en son “Cloud Atlas”ta boy gösteren Ben Whishaw tarafından canlandırılıyor ve bu değişiklik çok da iyi olmuş – verdiği ve Bond’un mutlaka işine yarayan silahlar) ile bile seyircisinin gönlünü çalmayı başarıyor zaten. Buna son derece etkili aksiyon sahneleri (Özellikle Şangay’da Bond ile Patrice arasında geçen aksiyon sahnesi pek leziz), müzikler, sanat yönetimi ve çok iyi bir oyuncu kadrosu eklenince ortaya gerçekten memnun eden bir yapım çıkıyor. Ayrıca yaralanıp tökezleyen, az biraz beceriksizsizleşen bir Bond izlemek gerçekten eğlenceli.

Oyuncu kadrosundan söz etmişken, filmin kötü adamını canlandıran Javier Bardem’den bahsetmeden olmaz. Raoul Silva rolüyle elinden gelenin en iyisini yapan ve karakterinin kısıtlılığına rağmen harika bir oyunculuk çıkaran Bardem, filmden çıkınca (jenerikle birlikte) akılda en çok kalan öğe oluyor. Bazı yorumlarda Bardem’in bu rolüyle biraz Heath Ledger’ın Joker kompozisyonunu anımsattığından bahsedilmiş, ancak “haklı nedenleri olan ürkütücü ve abartılı kötü adam” olmaları dışında öyle çok da benzer bir halleri yok bize göre.


James Bond: Everyone needs a hobby. 
Raoul Silva: So, what’s yours?
James Bond: Resurrection.

“Skyfall”, yukarıda bahsettiğimiz iyi taraflarına rağmen eksik kalıyor ve “Casino Royale” kadar tatmin edici bir seyir olamıyor. Hatta aksiyon sahnelerinin genelini düşünürsek “Quantum of Solace”taki aksiyon sahnelerinin bazılarının dahi gerisinde kaldığını söyleyebiliriz. Bond, M ve Kincade’in (Albert Finney) hazırlık yapıp Silva’yı Skyfall’da beklediği sahne (“Home Alone”daki gibi bir sahne değil, hayır) gayet iyi mesela, ama ne yalan söyleyelim çok özgün yahut etkileyici bir tarafı yok. Naomie Harris ve Berenice Mahloe’nun canlandırdığı Bond kızları da epey çekici, fakat mesela bir Eva Green olamıyorlar. Gerçi Eva Green’in karakteri hikayenin merkezinde olduğundan seyirciye daha mühim görünmüş olabilir. Zaten bu filmde de öne çıkan ve Bond kızlarını geride bırakan karakter Judi Dench’in canlandırdığı M oluyor.


Yine de “Skyfall”, “Quantum of Solace”tan sonra çıtayı yükseltiyor ve serinin bir sonraki filmini merakla beklememizi sağlıyor. Aldığı "fazlasıyla olumlu" eleştirilerin hepsini hak etmiyor belki, lakin bir 007 filminden bekleneni verdiği için keyifli bir seyirlik. Daniel Craig de, kostüm tasarımcılarının da yardımıyla, yaşlılık belirtilerine rağmen role cidden yakıştığını bir kez daha gösteriyor.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Hotel Transylvania


Powerpuff Girls, Dexter's Laboratory, Star Wars-Clone Wars gibi Cartoon Network çizgidizilerinden tanıdığımız Genndy Tartakovsky yönetmenliğinde çekilmiş 91 dklık animasyon ülkemizde vizyona bu hafta girdi (Dünya genelinde 28 Eylül'de çıkmıştı) ve Imdb puanı şu an 7.2, Rotten Tomatoes yüzdesi ise 43. RT puanını ancak hakeden bir yapım olduğunu söyleyebilirim. Buna rağmen, filmin 2.si için bir gösterim tarihi dahi var : 25 Eylül 2015.


Filmin hikayesi şu şekilde; Dracula sevgili eşi Martha'yı kaybetmiştir ve o öldükten sonra kızının üzerine titrer ve onu insanlardan korumayı adeta bir takıntı haline getirir: İnsanlar canavarları sevmezler ve tehlikelidirler. Bu düşünceyi eş-dost canavarlara da empoze eden Dracula, onlar için güven içinde eğlenebilecekleri bir otel inşa eder: Hotel Transylvania. Fakat günün birinde bu bulunması zor otele genç bir gezginin yolu düşer, canavarların ve özellikle Drakula'nın genç kızı Mavis'in buna tepkisi ne olacaktır? Tabii ki kız ve oğlan birbirlerine aşık olurlar ve baba onları ayırmaya kalkışır, genç gezginimiz aslında insanların eğlenceli tipler olduklarına ve onlardan korkmadıklarına Dracula'yı inandırdıktan sonra mutlu sona ulaşacaklardır.


Konsept sanatını beğendiğim animasyon, hedef kitlesini çocuklar olarak seçmiş; espriler de daha çok çocuklara hitap edecek basitlikte yazılmış, yazının başında bahsettiğim Cartoon Network çizgidizilerinde daha dahiyane espriler olduğunu söyleyebilirim. Normalde, animasyonlara yapılan Türkçe dublajları takdir etmeme rağmen bu filmde tam tersi, dublaj beni irite etti diyebilirim. Kayseri şivesinden tutun da Laz şivesine kadar ülkemizin her çeşit zenginliğinden faydalanmışlar, çocuklar için bilemeyeceğim ama, ben sevmedim. Orijinal kadroda Adam Sandler ve Selena Gomez'in başrolleri seslendirdiğini de ekleyeyim. Filmdeki şarkıların çoğu Adam Sandler ve ekibi tarafından yazılmış, filmin sonunda çalan Problem ise Becky Gomes ve Will.I.Am tarafından yazılıp seslendirilmiş.

Yani, ben animasyona bayılırım diyen ve 18 üzeri olanlar öyle pek heveslenmesinler, karşınızda bir Pixar ya da Disney animasyonu yok; Sony Pictures'ın bu işte becerikli olduğunu söyleyemeyeceğim. Buyrun bu da fragmanı:


22 Kasım 2012 Perşembe

Cloud Atlas

İngiliz yazar David Mitchell'ın 2004'te yazdığı aynı adlı meşhur romandan çevrilen film, Matrix'ten tanıdığımız Wachowski kardeşler ve Perfume: The Story of a Murderer, Run Lola Run gibi pek sevdiğimiz filmlerin yönetmeni Tom Tykwer tarafından yönetildi ve senaryosu da aynı ekip tarafından yazıldı. Kitabın anlattığı hikaye-ler her ne kadar senaryoya dönüşmeye elverişli olsa da sinema seyircisine altı ayrı hikayeyi anlatmaya çalışmanın bir cesaret örneği olduğunu kabul etmek gerek.

26 Ekim'de gösterime giren 100 milyon dolar bütçeli filmin Imdb puanı 8.2, RT yüzdesi ise 64. Filmin süresi ise 172 dk, kulağa uzun gelse de anlatmak istenilenleri ancak sığdırmışlar diyebiliriz.


Birçok klişe barındırsa da takdire şayan oyunculukların sergilendiği ve komedi, bilim kurgu, drama, post apokaliptik, romantik gibi türlere girebilecek filmi beğendiğimi söyleyebilirim. Matrix gibi çığır açmasa da dahice yazılmış roman başarıyla senaryoya çevrilmiş. Senaryodan bahsedecek olursak; günümüzde, geçmişte ve gelecekte (1850, 1931, 1973, 2012, 2041, 2321) geçen altı farklı hikaye anlatılıyor ve bu altı farklı hikaye bir şekilde birbirine bağlanıyor. Filmin vermek istediği anafikir afişlerin üzerinde de belirtildiği gibi: "Everything is connected." yani her şey birbirne bağlıdır, birbiriyle etkileşim içindedir. Butterfly Effect ve Run Lola Run severler bu filmi de seveceklerdir diyebilirim, filmlerin ortak noktası arka planda Kaos Teorisi'ni barındırmaları.



Oyunculukların başarılı olduğunu söylemiştim; oyuncular hikayelerin altısında da farklı rollerde karşımıza çıkıyorlar. Buradan yola çıkarak Akademi'nin En İyi Makyaj dalında da sağlam bir adaya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Tom Hanks, Halle Berry, Jim Broadbent, Hugo Weaving, Jim Sturgess, Donna Bae ve Ben Whishaw öne çıkan oyuncular.




Hikayelerin aktarılış biçimleri de birbirinden farklı; kiminde normal bir film izler gibi olayları izlerken kiminde birinci ağızdan olayları dinliyoruz, bir başkasında günlükten ya da mektuplardan yaşanılanları öğreniyoruz. Kendi içlerinde klişe olan bu hikayeler bir araya getirildikleri için sıradışı bir film olduğunu söylesek, yalan olmaz. Matrix kadar orijinal bir film beklemeyip giderseniz salondan mutlu ayrılacağınızı söyleyebilirim. Rahatsız edici tek şey, filmin ilk yarısında 6 hikayenin kafanızda karmakarışık bir hale gelmesi olabilir ki filmin özgün olan noktası bu.


Hikayelerin neler anlattığına kısaca değinecek olursam;
  • 19.yy'da okyanusta bir gemide seyahat eden Adam Ewing'in gemideki doktor tarafından zehirlenmesi ve doktordan kurtulmaya çalışması.
  • 1930'larda fakir ama yetenekli bir bestekar olan Robert Frobisher'ın meşhur bir bestekarın yanında çırak olarak işe girmesi ve bu sırada sevgilisine yazdığı mektuplar.
  • 1970'lerde genç ve cesur gazeteci Luisa Rey'in acımasız bir nükleer reaktör planından haberdar olması ve onun peşine de düşen kötü adamlar, etrafında işlenen cinayetler.
  • 2012'de bir yayınevi sahibi olan Timothy Cavendish'in borçları yüzünden kardeşinden yardım istemesi üzerine bir huzurevine kapatılması ve oradan kurtulmaya çalışması.
  • Yakın gelecekte Güney Kore'de üretilen klon garson kızlardan biri olan Sonmi-451'in kendini keşfetmesi ve özgürlüğü elde etme çabası.
  • Daha uzak bir gelecekte Düşüş'ten sonra ilkelleşmiş bir kavim olan Vadi Halkı'nın mutasyonlar ve hastalıklar yüzünden değişmiş hayatları ve onları ziyarete gelip yardım isteyen Prescient'ler.

Son sözüm film hala gösterimdeyken şöyle olacaktır : Mükemmel bir film beklemeyin, sinefillik ederseniz birçok nokta yakalayıp olmamış diyebilirsiniz. Fakat şüphesiz ki Cloud Atlas farklı sinema türlerini ve tekniklerini seyirciye aynı filmde sunarak farklı bir deneyim yaşatıyor, kaçırmayın derim.

10 Kasım 2012 Cumartesi

World War Z fragmanı yayınlandı!

Zombi apokaliptesinin otoritesi Max Brooks'un aynı adlı romanından beyaz perdeye bir türlü aktarılamayan filmin, 2012 listemizde yer almasına rağmen sonunda 21 Haziran 2013'te gösterime çıkacağı ilan edildi.

Filmin yönetmenliğini Marc Foster (Quantum of Solace, Finding Neverland, Stranger Than Fiction), senaristliğini ise Damon Lindelof (Lost, Prometheus, Star Trek) üstlenmiş. Filmin senaryosunu yazmak kolay olmamış olsa gerek zira kitapta Brad Pitt'in oynadığı Birleşmiş Milletler Sorumlusu Garry Lane'in raporu için konuşan kişilerin başından geçenler sayesinde olayları öğreniyoruz. O yüzden olacak ki filmin çıkış tarihinin ertelenme sebebi senartist değişikliği, filmin ilk senaristi Babylon 5'in yazarı J.Michael Straczynski'ydi, senaryonun bir kısmı internete sızıp iyi yorumlar da almıştı; fakat sonra filmin baştan yazıldığı haberi geldi: yeni senarist ilkine göre vasat kalıyordu, Michael Carnahan (The Kingdom, State of Play). Fakat yine bir değişiklik oldu ve filmin son 1/3'lük kısmını Lindelof'un yazdığı ve çekimlerin uzadığı söylendi. Filmin post-prodüksiyon aşaması ise hala sürüyor.


Hikaye, Çin'de bir çocuğun zombi tarafından ısırılmasıyla başlıyor(0.Hasta); sonra virüs organ ticaretiyle dünya çapına yayılıyor ve Büyük Panik başlıyor. Yazar İsrail, İran, Amerika, Pakistan, Küba gibi devletlerin her birinin istilaya karşı aldıkları tavırları Lane'in raporu aracılığıyla bize aktarıyor. Çoğu ülkenin yönetim şekillerinde değişiklikler oluyor ve dünyadaki politik-ekonomik denge altüst oluyor. Yıllarca süren insan-zombi savaşını ve insanların insan olarak hayatta kalma çabasına tanık oluyoruz.
Brooks, yazım aşamasında The Good War adlı 2. Dünya Savaşı hakkında yazılmış olan bir romandan ve zombi filmleri yönetmiş olan George A.Romero'dan(Dawn of the Dead, Day of the Dead) etkilendiğini söylüyor.
İşte filmin yayınlanan ilk resmi fragmanı : 


9 Kasım 2012 Cuma

“The 2nd Law”

“The 2nd Law” İngiliz menşeli grup Muse'un çıkardığı altıncı stüdyo albümü olarak 1 Ekim 2012de piyasaya sürüldü. Albümden çıkan “Survival” ve “Madness” teklilerini daha önce duyurmuştuk.

Kimi hayranların eski Muse'u bulamayıp tatmin olamadığı, kimi hayranların ise yeni tarzı benimseyip yere göğe sığdıramadığı albümü bir de biz inceleyelim dedik:

 “Supremacy”: Albümün basları harika olan açılış şarkısı, bir film şarkısını andırıyor. Öyle ki bir aksiyon, mesela bir James Bond filminde duysak çok güzel olabilirdi. Gaza gelmiş seyirci için biçilmiş kaftan, o yüzden konserlerde muhtemelen çalınan ilk şarkı olacak. Ayrıca albümdeki ilk şarkı olduğu için diğer şarkıları duymadan önce bir an afallamanıza ve “Albüm böyle şarkılardan mı oluşuyor?” sorusunu dillendirmenize sebep olabilir.

“Madness”: Albümün Dubstep etkili ikinci şarkısı, albüm öncesinde yayınlandığı için beklentilerimizi yükseltmiş, Dubstep sevmememize karşın Muse şarkılarının çoğu gibi fena halde akılda kalıcı olduğundan kafamızın içinde dönmeye başlamıştı zaten. Ritm ve vokalleriyle harikulade bir şarkı olduğu konusundaki fikir çıktığı günden beri değişmedi.

“Panic Station”: Çok sevdiğimiz grup Cake’in sıklıkla kullandığı trompetin kullanılması şarkıya zenginlik katmış. Yorumlarda “Another One Bites the Dust” benzerliği konuşuluyor ki benzetenler haksız sayılmazlar. Melodisi ve Matt Bellamy’nin vokali dikkat çekiyor. 

“Survival”: 2012 Londra Olimpiyatları’nın resmi şarkısı, grubun Olimpiyatlar’ın kapanış töreninde de çalıp söylediği şarkı aynı zamanda. Çıktığı ilk zamanlar hayranları ve eleştirmenleri ikiye bölmüş; bazıları şarkıyı bağrına basarken bazıları kendisine burun kıvırmış. “Fight” ve “Win” naraları yüzünden midir, orkestra ve koro sayesinde midir bilinmez ama olimpiyat için uygun olduğu kesin. Yerden yere vurulmayacak, “Dinlediğim en kötü Muse şarkısı!” denmeyecek  kadar da iyi. 
“Follow Me”: Matt Bellamy’nin oğlu için yazdığı ve başlarında kalp atışı seslerini duyabileceğiniz şarkının sözleri aslında biraz basit kaçmış, ama müzikal anlamda bu açık kapanıyor. İlk yarı itibarı ile “Black Holes and Revelations” albümündenmiş gibi duran şarkı, ikinci nakarattan itibaren yine Dubstep’vari bir tarzda seyrediyor.

“Animals”: Özellikle gitarlarının tonları ve melodisi çok güzel. Matt Bellamy’nin son yıllarda iyice ayyuka çıkan politik yergi merakı kendini borsayı eleştiren bu şarkıda da gösteriyor: “Kill yourself, come on, and do us all a favour…” Enstrümantal hali ise bir başka güzel. 

“Explorers”: “The 2nd Law”un en dingin şarkısı, albümü henüz ilk dinleyişimde dikkatimi en çok çeken şarkı aynı zamanda. Dinledikten sonra saatlerce “Free me, free me…” diye mırıldanmaya neden olan şarkı, albümün kesinlikle en iyilerinden biri, hatta belki de en iyisi. 

“Big Freeze”: Bu da “Black Holes and Revelations” albümünden bir şarkıymış gibi. Vokallerde Queen etkisi hissediliyor. Pek beğenilmemiş, ama kanımca eşlik etmesi pek keyifli. Kullanılan efektler de gayet hoş.

“Save Me”: Grubun basçısı ve geri vokali Chris Wolstenholme tarafından yazılan ve söylenen şarkı, bas gitaristin albümde söylediği iki şarkının daha iyi olanı. Özellikle canlı performanslarda vokalleriyle gruba çok şey katan Chris Wolstenholme’un performansı takdir edilesi, ancak Matt Bellamy’nin sihirli değneği değmediği için midir bilinmez, parça albümde pek ön plana çıkmıyor. Wolstenholme’un alkolle mücadelesinin iyi yanlarını (aile desteği, vs.) anlattığı söylenen şarkıdaki gitar solo ise epey güzel. 

“Liquid State”: Chris Wolstenholme tarafından yazılan diğer şarkı, kendisinin alkolle mücadelesinin kötü yanını anlatıyormuş. Kısa sürüp pat diye bitmesi iyi olmamış. 

“The 2nd Law – Unsustainable”: Albümün Dubstep etkisine en çok maruz kalmış şarkısı, ayrıca albümden videosu yayınlanan ilk şarkıydı. Gitar, bas gitar ve davulun uyum ve paylaşımı başarılı. Konserlerde “Supremacy”den hemen önce çalınması ve açılış şarkısı olma ihtimali yüksek. 

“The 2nd Law – Isolated System”: Bir önceki albümü beklemediğimiz bir şekilde bitiren grup, bu albümde de aynı şeyi yapıyor. Klibi geçen ay yayınlanan ve God is an Astronaut şarkılarını andıran enstrümantal şarkı, iyi bir  albüme iyi bir kapanış oluyor.



Albümü dinlerken alınan kısa notlara gelirsek:

- Albüm “The Resistance”tan daha iyi, ancak “Origin of Symmetry”, “Absolution” ya da “Black Holes and Revelations”taki bütünlükten ne yazık ki yoksun. 

- “The 2nd Law – Unsustainable” ve “Madness”tan sonra tüm albümde var olmasını beklediğimiz Dubstep etkisi sadece iki-üç şarkıda görülüyor. Queen etkisi Dubstep etkisinden çok daha fazla. 

- Grubun bateristi Dominic Howard ne yazık ki bu albümde Matt Bellamy ve Chris Wolfstenholme’a göre geri planda kalmış, kötü olmuş.

- Grubun farklı şeyler deneme merakına artık alıştık, ancak umarız Radiohead gibi bu deneyselliği abartmazlar. 

2 Kasım 2012 Cuma

“Star Wars” Efsanesi Devam Ediyor!



Birkaç gün önce duyurulan bir haber, Güçte bir dengesizlik hisseden “Star Wars” hayranlarının bazılarını fena halde heyecanlandırdı, bazılarını telaşlandırdı. Habere göre 2009’da Marvel Entertainment’ın haklarını satın alan Walt Disney Pictures, Lucasfilm’i de satın almıştı. Hayranları ikiye bölense Lucasfilm’in satılmış olması değil, Disney ve Lucasfilm’in “Star Wars” efsanesini sürdürme niyetlerinin ilanıydı. 

Evet, Walt Disney Pictures, 2015’te gösterime girmesi planlanan yeni bir “Star Wars” filminin müjdesini verdi. Hatta bu film yeni bir üçlemenin ilk ayağı olacak. Bazılarına göre bu tam anlamıyla sürpriz olduysa da, bir kesim George Lucas diğer projelere yönelmek adına film çekmekten uzaklaşacağını belirttiği ve Walt Disney Pictures Marvel’ın haklarını da satın almış olduğu için bu havadise pek şaşırmadığını söylüyor. 



Yeni üçlemenin ne anlatacağı tam olarak bilinmiyor, ancak farklı bir hikaye anlatacak olması umudumuz. Gelen ilk dedikodular ise ilk filmin esin kaynağının Timothy Zahn’un kitap serisi olacağı yönünde. Özgün üçlemeden sonrasını anlatan kitap serisi epey popüler ve “Star Wars” hayranları tarafından çok seviliyor.

İki adet üçleme, bir adet animasyon film ve çizgi dizinin ardından (kitapları, çizgi romanları ve oyunları saymaya gerek bile yok) perdede yoluna yeni bir üçlemeyle devam edecek olan efsanenin yedinci filminin 2015’e yetiştirilmesi planlanıyor. Üçlemenin diğer iki filminin de ilk filmden sonra iki-üç yıl arayla gösterime girmesi bekleniyor. O zamana dek Güç sizinle olsun


29 Ekim 2012 Pazartesi

“B3 EP”



İngiliz grup Placebo’nun “Battle for the Sun”dan üç buçuk yıl sonra piyasaya sürdüğü yeni mini albümü “B3 EP”, ekim ayının ortasında beğenimize sunuldu. Grubun Placebo’s new music in 3 years” diyerek tanıttığı “B3 EP”, biri kavır olmak üzere beş şarkıdan oluşuyor. 

Placebo’nun yeni davulcusu Steve Forrest’la çalıştığı bir önceki albümü “Battle for the Sun”, 2009 yazının başında çıkmış ve genel olarak iyi eleştiriler almasına karşın salt Placebo hayranlarının bir kısmı tarafından eleştirilmişti. Grubun önceki albümleri “Sleeping with the Ghosts” ve “Meds”e göre daha ‘olumlu’ olan albüm, her şeye rağmen bize göre Placebo’nun anında kültleşen bazı şarkılarının da bulunduğu bir albümdü. Albümün tanıtım turu kapsamında son konserlerinden üç yıl sonra konser için ülkemize de uğrayan Placebo, Mayıs 2010’da piyasaya sürdüğü canlı kayıtlardan oluşan CD’de İstanbul’daki konserinde kaydettiği “Battle for the Sun”a da yer verdi. 

Grup, Eylül 2010’da da “Battle for the Sun”ın kayıtlarının düzenlendiği ve yeni şarkılara/yorumlara da yer verdiği “Battle for the Sun Redux Edition”ı çıkardı. “Battle for the Sun Redux Edition”da, orijinal albüme ek olarak Placebo şarkılarının farklı versiyonları (Grup bu albümde “Kendi şarkılarımıza en iyi yorumlamayı da yine kendimiz getiriyoruz, kusura bakmayın” diyordu resmen) ve üç yeni şarkı bulunuyordu: Bilhassa konserde dinlemenin pek zevkli olacağını düşündüğümüz “Trigger Happy Hands”, nakaratı hariç gayet sakin ve akılda kalıcı bir şarkı olan “Unisex” ve kulak tırmalayıcı bir nakarata sahip, çok kötü şarkı “Monster Truck”

İki disklik “B-Sides: 1996-2006” ve 31 Ekim 2011’de çıkan konser albümü “We Come in Pieces”in ardından, grup Kasım 2011’de yeni albümün duyurusunu yaptı. 2013 baharına yetiştirilmesi planlanan yeni albüm öncesi piyasaya sürülen beş şarkılık mini albüm “B3 EP”yi ise birlikte değerlendireceğiz:

1-) “B3”

Ç: Albüme adını veren şarkı, aynı zamanda çıkış şarkısı. Tuhaf bir klibe sahip, ayrıca “Song to Say Goodbye”ın klibinde olduğu gibi bu klipte de grup üyelerini göremiyoruz. Sanki biraz “Battle for the Sun”ın açılış şarkısı “Kitty Litter”ı andırıyor. Ancak bana göre ne yazık ki “Sleeping with Ghosts”un ilk teklisi “The Bitter End”, “Meds”in çıkış şarkıları “Because I Want You” ve “Song to Say Goodbye” yahut “Battle for the Sun”ın çıkış şarkısı “For What It’s Worth” kadar kolay alışılan ve hemen sevilebilecek bir şarkı olmamış. Kendisine ancak zamanla alışıyorsunuz. 

Ş: Girişindeki efekti pek sevmesem de klasik Placebo şarkılarına en yakın tarzı yakalayan ve Molko’nun inişli çıkışlı sesine en çok yakışan şarkı bu olmuş. Albümdeki favori şarkım. Klibin de tüm Placebo klipleri gibi sıra dışı ve iyi kurgulanmış bir klip olduğunu söyleyebiliriz.

2-) “I Know You Want to Stop”

Ç: Albümün ikinci şarkısı, bir Minxus kavırı. Grup şarkıya çok büyük bir yenilik ya da farklılık getirmemiş, ancak Brian Molko’nun sesi dahi “I Know You Want to Stop”ı orijinalinden daha iyi olan kavırlar listesine sokmaya yetiyor. Yine de grubun yorumladığı en iyi şarkı değil, tabii. 

Ş: Kesinlikle orijinalinden daha iyi. Molko’nun sesine de çok yakışan bir şarkı seçmişler. Placebo çizgisine yakın bir yerde olan şarkının sözleri de, orijinaline göre daha iyi kotarılan gitar ve davul ritmleri de hoş olmuş.

3-) “The Extra”

Ş: Zoraki bir şarkı. Sözler güzel fakat müzik sanki elektronik müziğe yeni başlayan birinin eline verilmiş gibi geliyor kulağa. Daha Placebovari bi müzikle desteklense dinlenebilecek sözler, akılda kalmıyor maalesef.

Ç: İlk iki şarkıya göre daha sakin ve olgun bir şarkı. Placebo’nun birçok şarkısında karşımıza çıkan ‘bir şarkının içinde bolca tekrar edilen kelime grubu/cümle’ alışkanlığı (“Show me how to live”) bu şarkıda da mevcut. Ama sana katılıyorum; pek akılda kalıcı değil, ancak klavye ve kemanın kullanılmış olması dahi şarkıyı biraz daha etkileyici kılmayı başarıyor bence. 

4-) “I. K. W. Y. L.”
 
Ş: Sözleri itibariyle politik bir başkaldırı, kaosa davet eden bir havaya sahip. Davul ve gitar da bu havayı özgün bir şekilde desteklemiş. “I know where you live” şeklinde uzayıp giden geri vokal de yerinde olmuş.

Ç: Politik içerikli şarkıları genelde pek sevmem, ama bu şarkı albümü ilk dinlediğimde aklımda çabucak yer eden ve ilk seferde diğerlerine nazaran daha çok etkileyen şarkı oldu. Canlı icrasının kayıttaki kadar etkileyici olmayacağını düşünüyorum ama olacağını umuyorum. 

5-) “Time Is Money” 

Ç: Yedi buçuk dakikalık şarkı, Placebo için biraz uzun bir süre. Sözlerinin hoşuma gittiğini söyleyemeyeceğim. Kendisi de beş şarkı içinde en zor alışılan şarkı bana göre. Ama özellikle son anlardaki vokallerin hoş olduğunu söyleyebilirim.

Ş: Sözler bence iyi; özellikle başlangıç güzel-piyano ve zillerin kullanıldığı kısımsa klasik Placebo şarkısı gibi başlıyor ama nakarat olmamış. Durağan.

Şule şarkıların hiçbirinin “Battle for the Sun”daki dinginliği veya “Meds”teki özgünlüğü yakalayamadığını söylüyor. Ona katılıyor ve bu beş şarkının albüm öncesi biraz zorlama bir mini albüm olduğunu düşünüyorum. Üç buçuk sene aradan sonra yalnızca 5 şarkı zaten bir hayal kırıklığıyken albümün ne “Meds” ne de “Battle for the Sun” kalitesine yaklaşabilmesi bizi üzdü, ancak 2013 yazına kadar dinlemeyi umduğumuz yeni albüm müjdesi hayal kırıklığını bir nebze de olsa azaltıyor.  


Şule bir değerlendirme yapılırsa albüme 10 üzerinden ancak 6 verebileceğini söylüyor. Sanırım ben de Placebo sevgimi bir kenara bırakıp oylayacak olursam “B3 EP”nin  6’yı hak edebileceğini düşünürüm ki 6 bir Placebo işi için son derece düşük bir not. Umudumuz bir sonraki albümün “Battle for the Sun” kadar iyi olması.