31 Ağustos 2012 Cuma

“The Cabin in the Woods”



Şimdi, gençlerin oynadığı bir korku/gerilim filmi ve bu filmin ana karakterlerini düşünelim:

1)      Arkadaşlarının hakkında bekaret şakaları yapıp durduğu Dana (Kristen Connolly),
2)      Onun yakın arkadaşı, hafif meşrep ve saf sarışın Jules (Anna Hutchison),
3)      Jules’un erkek arkadaşı, iri yarı ve sporla ilgilenen Curt (Chris Hemsworth),
4)      Kafası her daim güzel olan dağınık Marty (Fran Kranz),
5)      Derslerinde başarılı olan gözlüklü ve siyahi Holden (Jesse Williams).

Bu beş korku filmi klişesi genç, hafta sonu tatil için Curt’ün amcasının ‘cabin’ine (Yabancıların genellikle hafta sonları gittikleri, daha çok ormanın içine inşa edilmiş kulübeler, bir nevi bizdeki bağ/dağ evi) gitmeye karar verir ve karavanla yola çıkarlar. Kulübede eğlenen, göle giren ve oyun oynayan gençlerin akşamleyin kulübenin bodrumunu keşfettikten sonra bir şeylerin ters gittiğini ve birilerinin/bir şeylerin avı olmak üzere olduklarını fark etmeleri ise uzun sürmeyecektir. Zaten ilk kimin öleceğini ya da en sona hangi karakterin kalacağını tahmin etmek pek de zor değil, değil mi?

“The Cabin in the Woods”un yapmaya çalıştığı da bu zaten: Kendisi son derece klişe ve sıradan bir korku/gerilimmiş gibi başlayıp akabinde ters köşe yaparak seyirciyi şaşırtmayı hedefliyor. Bunu da on altı yıl önce “Scream”in yaptığını yapıp türün olmazsa olmazlarından güç alarak yapıyor. Az önce de bahsettiğimiz gibi ana karakterlerin hepsinin bu tür filmlerde karşımıza sık sık çıkan tipler olması bir yana, film de ilk yarısı itibarıyla aleladeymiş gibi görünmek için bayağı uğraşıyor: Her karakterin ağzından dökülen, beklenmedik diyemeyeceğimiz cümleler, yola çıkan gençleri kulübeye yönlendiren tuhaf tipli benzinci, doğruluk/cesaret oynarken striptiz yapan kız (Bilin bakalım iki ana karakterden hangisi striptiz yapıyor), tabii ki seks sahnesi ve bodrumda ellerine geçen her şeyi karıştıran gençlerin tek tek öldürülmeye başlaması…


Ancak “The Cabin in the Woods”un kan kaybeden tarafı da ne yazık ki ilk yarısının izleyiciye çok şey vaat etmemesi ve ortaya büyük bir merak unsuru katamaması. Evet, izlerken bazı sahnelerde “Ne oluyor?” diyoruz, veya gençlerin hikayesiyle paralel giden hikayede tesisteki teknisyenlerin arasında geçen diyalogları duyduğumuzda kafamız karışıyor, ama bunlara ve benzer olaylara rağmen bu türe karşı önyargılarınız varsa yahut sabırsız bir izleyiciyseniz filmin ikinci yarısını izlememeyi seçmeniz işten bile değil (Filmi birlikte izlediğim arkadaşlarımdan biri ilk yarının sonunda filmin sıkıcı olduğunu beyan edip akabinde uyuyakalmıştı mesela). 

“The Cabin in the Woods”un neden klişelerden bu kadar beslendiğini – Ya da en azından neler olduğunu – anlamamız ise ikinci yarıda gerçekleşiyor. Yani hayatta kalan gençler karşılarına çıkanları gördüğünde nasıl şaşıp kalıyorsa, izleyici olarak biz de şaşıp kalıyoruz. Tüm olan bitenin sebebini, örneğin bu tür filmlerdeki karakterlerin neden hep libidosu yüksek tipler olduğunu veya neden hep ayrılmak zorunda kaldıklarını öğrendiğimizde inceden başlayan eğlence, gençler ipleri eline aldığındaysa iyice ayyuka çıkıyor. Fakat ne yazık ki bu “lunaparktaki trende eğlence” faslı çok uzun sürmüyor. Yani görebileceğimiz tüm eğlenceye tanık oluyoruz, ama film ikinci yarıda birden hızlanan bir seyre sahip olduğu için kendinizi en heyecanlı kısımda trenden inmek zorunda kalmış gibi hissediyorsunuz. 


En son “The Avengers”la neler yapabildiğini bir kez daha kanıtlayan Joss Whedon’la senaryoyu yazan ve filmi yöneten “Cloverfield” yazarı Drew Goddard, yine de iyi iş çıkarıyor diyebiliriz. İkili senaryoyu üç gün içerisinde yazmış ve yazarken belli ki çok eğlenmişler. Zaten kendileri yıllardır yazarlık sektörünün içinde oldukları ve rüştünü ispat eden iki senarist oldukları için senaryoyu da bir yere kadar etkileyici ve özgün kılmayı başarabilmişler, ona şüphe yok. Ama yalnızca biraz daha değişik bir yol izleselermiş, filmin ilk yarısında iyice meraklanan seyirciyi ikinci yarıda daha çok tatmin etmeyi başarabilirmişler.

“The Cabin in the Woods”, az önce de adını andığımız “Scream” gibi türün gerekliliklerini kullanarak stilize olmaya çalışan ve bunu bir yere kadar başarıp eğlendirmeyi beceren, ayrıca genel olarak bayağı iyi eleştiriler almış bir korku/komedi. Henüz izlememiş olanlar içinse olabildiğince sürpriz bozmadan şunu söyleyebiliriz: Hemen sıkılıp kapatmazsanız zombileri, hayaletleri, dev örümcek, dev yılan, dev yarasa gibi hayvanları, kurt adamları, maskeli yahut testereli katilleri, korkunç palyaçoları, yüzünde onlarca diş bulunan küçük balerin kızları, tek boynuzlu atları, hatta deniz adamlarını aynı filmde görebilirsiniz. Aranızda sıkılıp uyuyakalan olursa da filmdeki Latince ‘uyandırma büyüsü’nü okuyabilirsiniz:

“Dolor supervivo caro. Dolor sublimus caro. Dolor ignio animus.” 


23 Ağustos 2012 Perşembe

Muse yeni teklisini yayınladı: “Madness”


Origin of Symmetry ve Absolution albümleriyle hayranları olduğumuz grup Muse, Black Holes and Revolutions ile başladığı değişime bu albümle de devam edeceğe benziyor.  Yeni albümleri  “The 2nd Law” için yayınladıkları ilk tekli ise “Unsustainable”dı:

Bu şarkı için de grubun basçısı Chris Wolstenholme aslında anti- dubstep olduğunu söylemiş,  evet saçma. Ama aslında bu tarzı sevdiklerini ve sesi bilgisayar ve teknoloji yardımıyla değil de enstrümanlarla elde ettikleri için öyle olmadığıymış demek istediği. Ama kulağımıza gelen ses aynı? Albümün bu çizginin dışında olduğunu da eklemiş, bekleyip göreceğiz.
İkinci tekli ise geçtiğimiz günlerde tanıtıldı. Vokal daha bir muhteşem geliyor kulağa, fakat aynı şeyi müzik için söyleyemeyeceğiz : her ne kadar grubun son albümü The Resistance’taki  birkaç şarkıdan daha iyi olduğunu kabul etsek de pek olmamış. Şarkının girişi buram buram dubstep zaten, orada bir “noluyor yahu?” diye irkiliyorsunuz, ama sonra Matthew muhteşem vokaliyle toparlıyor. Müzik kaliteli belki ama önce eski Muse’a veda edip buna kulağımızı alıştırmamız gerek sanırım.
Az buçuk U2 dinleyenlerin fark edeceği üzere, şarkının özellikle 3.50’den sonraki kısmı(Matt’in “I need to love” diye bağırdığı kısım ve sonrası) grubun tarzını fena halde andırıyor. Bunun üzerine biraz araştırdım ve Matthew Bellamy’nin  “The 2nd Law”un U2’dan (Achtung Baby albümlerinden) esinlenildiğini söylediğini gördüm. Grup geçen sene U2 ile birlikte Güney Amerika turuna çıkmıştı.

Biz diyoruz ki, U2’yu beğenen bunu da beğendi, gerçi U2'yu beğenmeyen biri olarak Çağakan da  beğendi. “The 2nd Law”un 1 Ekim'de çıkacağını da hatırlatalım.

14 Ağustos 2012 Salı

Efsane Replikler - 19 : "Redrum"

1980 yapımı korku-gerilim filmi "The Shining" dilimize çevrilmiş haliyle "Cinnet", Stephen King'in aynı adlı romanından Stanley Kubrick tarafından uyarlanmıştır.

Film, yazar Jack Torrence'ın (Jack Nicholson) ıssız bir yerde bulunan Overlook'un Otel'inin kış bekçiliği için işine alınmasıyla başlar. Jack, görüşme sırasında önceki bekçilerden birinin cinnet getirip ailesini baltayla öldürdüğünü ardından intihar ettiğini öğrenir. Jack'in oğlu Danny'nin (Danny Lloyd) ise otel hakkında kötü hisleri vardır. Jack'in karısı Wendy (Shelley Duvall) ve Danny'nin doktoru konuşurlarken Danny'nin Tony isminde bir hayali arkadaşa sahip olduğunu ve Jack'in sarhoşken Danny'nin kolunu incittikten sonra alkolü bırakıtığını öğreniriz. Danny aynı zamanda DDİ (duyular dışı idrak) yetisine sahiptir ve geçmiş/gelecekte olanları görebilir, hissedebilir, onlarla telepati kurabilir. Otelde zaman ilerledikçe Danny yalnız olmadıklarını anlayacak, Jack'in sinirleri bozulacak ve kendisi şiddete eğilimli hale gelecektir; otelin eski misafirlerinin de katkılarıyla Jack ile ailesi arasında gerilim dolu bir kovalamaca başlayacaktır.


Söz konusu replikse Danny'nin Jack'in yaklaştığını ve yapacaklarını hissettiği vakit sürekli tekrar ettiği ve gittikçe ürkütücü bir hale gelen sözcüktür. Danny'nin kapıya rujla yazdığı sözcüğü aynadan okuyan Wendy çocuğunun "Murder" yazdığını anlar ve dehşete kapılır.


Korku-gerilim türünün en başarılı örneklerinden olan filmde Jack Nicholson'ın oyunculuğu her yanıyla takdir edilesidir; sesini kullanışı, mimikleri ve jestleri film boyunca mükemmeldir fakat nasıl olduysa Akademi bu performansı ve filmin kendisini görmezden gelmiştir.

Romanlarından uyarlanan filmleri umursamadığını sık sık söyleyen King, filmi beğenmediği hatta filmden nefret ettiğini söylemiştir. King, romanın ismini bir John Lennon şarkısı olan "Instant Karma"nın nakaratı olan "We all shine on." kısmından esinlendiğini söylemiştir.

Filmin yapım aşaması boyunca Kubrick'in King'i gece 3 civarı arayıp "Tanrı'ya inanıyor musun?" gibi sorularla meşgul ettiği de filmle alakalı garip detaylardan biri. Ayrıca film bir rekora da sahip, Wendy'nin beyzbol sopasıyla Jack'e vurduğu sahnenin tam 127 kere tekrarı alınmış.

İşte bu da izlemek isteyenler için repliği barındıran sahne :

Kulağa garip gelse de, filmin Warner Bros tarafından bir seri haline getirilmek istendiği bu ayki haberler arasında. Jack Nicholson'ın yerini kim dolduracak ve senaryonun hesabını kim Stephen King'e verecek merak ediyoruz doğrusu. 

10 Ağustos 2012 Cuma

“Monster House”


Posterlerle dolu bir oda, suratsız, alık ergenler, size garip garip davranan ebeveynler, huysuz ihtiyarlar, kafa karışıklığı, merak, karşı cinse duyulan ilgi… 2006 yapımı “Monster House”ta bunların hepsi mevcut. Aslında okuyunca insana biraz klişe geliyorlar, kabul etmek gerek, ancak tüm bu saflık ve büyüme, yani ‘geçiş dönemi’ filme öyle başarılı bir biçimde yedirilmiş ki, izlerken hiç rahatsızlık duymuyorsunuz desek yeri.

Gil Kenan’ın yönettiği ve hareket yakalama tekniği (“Motion Capture”) ile çekilen “Monster House”un konusu şöyle: Banliyöde yaşayan on iki yaşındaki DJ (Mitchel Musso), teleskobuyla gözetlediği (Çok mu tanıdık geldi?) yolun karşısındaki evde bazı tuhaflıklar olduğunu keşfeder. Evin yaşlı sahibi Nebbercracker (Steve Buscemi), yıkık dökük evinin sınırları içerisine giren çocuklara korkunç davranmakta, üstelik çocukların eşyalarını alıp parçalamaktadır. Ailesi Cadılar Bayramı arefesi bir toplantı için şehirden ayrılır ve DJ’i evde ona bakıcılık etmesi gereken, punk rock dinleyen, dağınık ve çelimsiz ergen Elizabeth’le (Maggie Gyllenhaal) bırakır. Ailesi gittikten sonra tombul ve saf arkadaşı Chowder’ı (Sam Lerner) basketbol oynamaya çağıran DJ, top Nebbercracker’ın bahçesine kaçınca eve yaklaşmaya yeltenir. DJ’i görüp onun üstüne yürüyen ihtiyar Nebbercracker aniden rahatsızlanınca hastaneye kaldırılır. Nebbercracker’ın ölümüne sebep olduğunu düşünen DJ ve Chowder’ın evde bir gariplik olduğunu sezmeleri ve asıl korkutucu olanın Nebbercracker olmadığını fark etmeleri ise uzun sürmeyecektir…

Film ne yazık ki karakterler başarıyla yaratılmış ve harika birer yan hikaye potansiyeline sahip olsalar da onların üzerine gitmemeyi, öykünün ana hatları üzerinde durmayı ve işin teknik yanını ortaya çıkarmayı tercih ediyor. Ancak bunun filmin omurgasına çok zarar verdiğini de söyleyemeyiz. Yönetmen Gil Kenan, özellikle 80’li yıllarda bize birçok harika film sunmuş olan Steven Spielberg’ün ve Robert Zemeckis’in desteğiyle bayağı hoş bir seksenler teması yaratıyor. Hatta bazı planları ve sekansları gördüğünüzde Kenan’ın Spielberg ve Zemeckis’ten özel ders almış olabileceğini bile düşünebiliyorsunuz, çünkü yönetmen kamerasını dinamik ve tesirli bir şekilde kullanıyor ve muhtemel hocalarını gururlandırabilecek sekanslara imzasını atıyor. Müzikleri de hoş olan “Monster House”, aynı zamanda seksenlerin filmlerine ve özellikle Robert Zemeckis yönetimindeki yapımlara (“Polar Express”, “Forrest Gump”, “Cast Away” gibi) yaptığı göndermelerle de insanın yüzüne kocaman bir gülümseme oturtuyor.


Gösterime girdiği dönemde pek tutmamış bir film olsa da “Monster House” seksenler ve doksanlarda genç olmuş kuşağı hoşnut edebilecek bir yapım. Hatta küçükler için uygun olmadığını, yer yer ürkütücü olabileceğini dahi söyleyebiliriz (Zaten film gösterime girdiğinde “PG-13” damgasını yemiş, yani 13 yaşından küçükler kendi başlarına filmi izleyememişler). Yine de, bir takım eksik ve gediklerine ve ilk yarıya göre düşük bir tempoda seyreden ve merak unsurunu azaltan ikinci yarısına karşın zevkle izlenebilecek bir animasyon kendisi. 

6 Ağustos 2012 Pazartesi

“1602”

Pek sevdiğimiz yazar Neil Gaiman’ın kaleme aldığı, Andy Kubert’in çizdiği ve Richard Isanove’un renklendirdiği sekiz bölümlük mini seri “1602”, özellikle çizgi roman severler için son derece ilginç bir konuya sahip. “Marvel’ın tanınmış süper kahramanları dört asır önce, 1602 yılında yaşasaydı ne olurdu?” gibi bir sorunun peşinden giden “1602”, bizi on yedinci yüzyılın Avrupası’na götürüyor ve sevdiğimiz Marvel karakterlerini o zamanın kahramanlarına dönüştürüyor.

Avrupa’da hava gittikçe garipleşmeye ve insanları telaşlandırmaya başlar. Gökyüzü Londra’da kan kırmızısına dönmüştür ve sürekli şimşek çakmakta, her yerden yıldırım ve fırtına haberleri gelmekte, ancak bir türlü yağmur yağmamaktadır. Halk bu havanın Kıyamet alameti olduğunu düşünmektedir. Kraliçe Elizabeth, sarayın başhekimi Stephen Strange’den, Kudüs’ten getirilen ve Strange’in bir tür silah olduğunu düşündüğü, Tapınak Şövalyeleri’ne ait bir şeyi korumasını ister. Görevi kabul eden Doktor Strange, herkesin ödünü koparan fırtınaların arkasında gizemli bir gücün olduğunu sezmektedir. Kraliçe ayrıca başdanışmanı Sör Nicholas Fury’ye de silah olduğu düşünülen nesnenin İngiltere’ye zarar görmeden getirilmesini söyler. Fury, kör bir ozan ve aynı zamanda gizli ajan olan Matthew Murdoch’la irtibata geçer ve ona bahsi geçen nesneyi yolculuğu sırasında kollamasını emreder. Bu arada Amerika’daki Roanoke Kolonisi’nde doğmuş ilk çocuk olan genç Virginia Dare, Elizabeth’le görüşmek için koruyucusu Rojhaz ile birlikte İngiltere’ye gelmiştir. Ancak Virginia Elizabeth’le buluşamadan, sonradan Latveria kontu Otto Von Doom’un gönderdiğini öğrenecekleri bir suikastçinin saldırısına uğrar…

Hikaye ilerledikçe dallanıp budaklanan (normal tabii, zira Marvel evreninde birçok karakter var ve bu karakterlerin hikayeye yedirilebilmesi için bu tür numaralar şart) bir şekilde seyrediyor. Ayrıca Gaiman bazı karakterlerle ilgili birtakım değişiklikler yapmış ve bu değişikler pek ilginç. Mesela Kraliçe’nin başdanışmanı Sör Nicholas Fury’nin yardımcısı genç Peter Parquagh’ın olduğu bölümlerde Peter’ın çevresinde örümcekler dolanıp duruyor, ama bir türlü Peter’ın ısırılıp Örümcek-Adam’a (ya da o zamanlar kendisine ne denebilecekse) dönüştüğünü göremiyoruz. Kaptan Amerika karakteri, yani Rojhaz (Çizer Andy Kubert baştan Rojhaz’ın Steve Rogers olduğunu anlamamış ve karakteri Gaiman onu uyarana dek siyah saçlı çizmiş) bir Kızılderili ve ağzından yalnızca birkaç kelimelik, basit cümleler çıkıyor. X-Men karakterleri “Cadı Soyu (Witchbreed)” olarak adlandırılıyor ve özellikle İskoçya kralı James’in emrinin ardından şiddetle öldürülmeleri isteniyor. X-Men karakterlerinden The Beast, yani Hal McCoy yine vahşi bir tip ama bu kez derisi mavi değil. Daredevil olarak bildiğimiz Matthew Murdoch burada aslında kör bir ajan, ayrıca ozan ve Fantastik Dörtlü ile ilgili şarkılar söyleyip duruyor. Fantastik Dörtlü karakterleri de güçlerini tabii ki uzayda değil, Yeni Dünya’ya keşfe çıktıkları “Fantastick” adlı bir gemi Sargasso Denizi’nde gizemli bir ışığın içinden geçtiğinde kazanıyor…

“1602”, yayınlandıktan sonra hem iyi hem kötü eleştirilerle karşılaştı. Mesela Comics Bulletin adlı site de, Entertainment Weekly de çizgi romana bayıldı; Time ise romanı anında yılın en kötü çizgi romanı seçti (Gerçi sonra listeyi hazırlayan şahıs aslında “1602”yi o yılın en kötü çizgi romanı olarak göstermeyi kastetmediğini söylemek gibi tutarsız ve saçma bir davranışta bulundu). “1602” ayrıca Quill, Diamond Comic Distributors gibi birçok kuruluş tarafından “Yılın en iyi grafik romanı” ödülüne layık görüldü. Bazıları ise çizgi romanı beğenmediler ve “Bir ‘Sandman’ değil ne yazık ki” dediler. Bu eleştiriler Neil Gaiman’ı ise memnun etti, çünkü kendisi “1602”nin “Sandman”den farklı olması için çok uğraşmıştı.

Aslında, düşününce “1602” gerçekten son derece orijinal bir fikir ve bu orijinal fikrin üstüne başarılı bir biçimde inşa edilmiş bir öyküye sahip. Ancak özellikle Neil Gaiman’ın yaptığı işleri bilenlerin beklentilerini biraz düşürmeleri daha iyi olabilir, zira son derece yaratıcı bir yazar olan Gaiman kitap ne kadar sürükleyici ve ilginç olursa olsun karşımıza bundan çok daha iyi bir hikaye çıkarabilirdi. Ayrıca beğenmeyen çizgi roman severlerin de belirttiği gibi sonu biraz aceleye gelmiş izlenimi veriyor. Tabii az önce de söylediğimiz üzere Marvel evreninde birçok karakter var ve otuz kadar ana karakterin bir çizgi romanda fevkalade tutarlı bir şekilde yer alması kolay değil. Ama Gaiman bunu başarabilecek bir yazar – ki zaten büyük oranda başarmış da, ama konu Marvel ve Neil Gaiman’ın Örümcek-Adam, Fantastik Dörtlü, X-Men, İntikamcılar gibi karakterlerin bir arada olduğu, 1602 yılında geçen çizgi romanı olunca insan ister istemez heyecanına yenik düşüyor.

Neil Gaiman’ın en iyi işi olmasa da “1602” ziyadesiyle sürükleyici bir seri. Andy Kubert’ın çizimleri de gerçekten muazzam. Ayrıca her şeyi geçsek bile, sırf Neil Gaiman’ın son sayfada yazdığı samimiyet dolu harika Sonsöz için bile okunması gerekiyor. Çizgi roman ve özellikle Marvel süper kahramanlarını sevenlere ise gözü kapalı tavsiye edilebilir.

3 Ağustos 2012 Cuma

Batman Üçlemesi


Nolan'ın 7 senelik macerası The Dark Knight Rises'ın gösterime girmesinden sonra sona erdi. Biz de geriye dönüp ilk filmden başlayarak Batman Üçlemesi'ne bir göz atalım dedik. Rakamlarla başlayalım :

Batman Begins : 140 dk, 150 milyon dolar bütçeye sahip,dünya çapında 372 milyon dolar hasılat elde etmiş, 2 dalda oskara aday olmuş ve Imdb puanı 8.3

The Dark Knight : 150 dk, 185 milyon dolar bütçeye sahip, 1 milyar dolar hasılat elde etmiş, 8 dalda oskara aday olmuş; En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Heath Ledger) ve En İyi Ses Kurgusu dallarında oskar kazanmış ve Imdb puanı 8.9, 

The Dark Knight Rises : 165 dk, 250 milyon dolar bütçeye sahip, 20 Temmuz'dan şimdiye dek 560 milyon dolar hasılat elde etmiş ve Imdb puanı şu an için 9.0


Batman Begins

“As a man, I'm flesh and blood, I can be ignored or destroyed. But as a symbol, I can be incorruptible...I can be everlasting.”- Batman/Bruce Wayne



2005 Haziran’da gösterime girmiş olan film, Bruce Wayne’in Batman’e dönüşme hikayesini önceki çevrimlere nispeten daha gerçekçi ve daha karanlık bir şekilde ele almaya çalışıyor. Sokakların güvenli olmadığı, suçluların kol gezdiği şehir Gotham’ın en zenginlerinden olan Wayne ailesinin tek oğlu olan Bruce anne-babasının bir hırsız tarafından gözleri önünde öldürülmesine şahit olur ve büyüyünce intikam almak ister, fakat hiçbir filmde olmadığı gibi burada da intikam bir çözüm değildir, Bruce Gölgeler Birliği’ne davet edilir ve orada Ninja eğitimi aldıktan sonra Gotham’a döner, Wayne şirketinin Uygulamalı Bilim departmanının sponsorluğunda bir kahramana dönüşecektir : Batman. Filmde Batman’e orta halli bir kötü karakter eşlik ediyor : Bruce Wayne’in(Christian Bale) Batman’e dönüşmesine bilmeyerek de olsa yardım eden Gölgeler Birliği’nin lideri R’as al Ghul’u (Liam Neeson) arkasına almış olan Scarecrow (Cillian Murphy). Bob Kane ve David S. Goyer üçlemeye giriş filminin senaryosu için çizgiroman serisinin üç kitabından yararlanmış :  The Man Who Falls, Batman : Year One, Batman : The Long Halloween.


Batman’e Gotham’ı kurtarma görevinde üçleme boyunca yardım edenler ise sadık aile hizmetkarı Alfred Pennyworth (Michael Caine), anne-babasının öldürüldüğü gece paltosunu vermekle başlayıp polis desteğini Batman’den esirgemeyen komiser James Gordon (Gary Oldman) ve filmde teknolojik işlerin tümünden sorumlu olan Lucius Fox (Morgan Freeman).
Batman Begins üçlemede Batman’in ön planda olduğu tek film olarak akıllarda kalıyor; sonraki iki film Nolan’ın olay içinde olay anlatma merakına bir parça kurban gidiyor ve Batman’i ancak ara sıra görebiliyoruz.  Ayrıca Gotham’ın en karanlık yani aslına en yakın olarak gösterildiği film de yine serinin ilk filmi, diğerleri “Batman Newyork için savaşsaydı ne olurdu?” tadında olmuş.

The Dark Knight

“He’s the hero Gotham deserves, but not the one it needs right now. So we’ll hunt him. Because he can take it. Because he’s not our hero. He’s a silent guardian, a watchful protector. A dark knight.” -Jim Gordon in The Dark Knight



Tam üç yıl sonra Nolan ikinci filmi izleyiciyle buluşturuyor ve bir yönetmen olarak çoğu kitle tarafından takdir topluyor. Bir Batman filmi olmaktan ziyade en iyi kötü karakterlerin tahtında oturan Joker’in filmi oluyor The Dark Knight. Heath Ledger’ın (Kendisi bilindiği üzre film gösterime girmeden 6 ay önce evinde ölü bulunmuştur, ölüm nedeni uykusuzluk sebebiyle aldığı ilaçların aşırı dozu olarak açıklanmıştır.) büyüleyen oyunculuğu Batman’i gölgede bırakmıştır, film Batman’den çok Joker’le ilgilenir ve seyirciye kötü adamın kötülükle nasıl barışık olduğunu ve deliliğin sınırlarını gösterir; Joker bir sürü figuranla Gotham’ı kaosa sürükler.


Gotham kendine temiz yüzlü, kanatları olmayan bir kahraman edinme çabasındadır aynı zamanda : Harvey Dent(Aaron Eckhart). Bölge savcısı Dent Batman’le yaptığı işbirliğinden zararla çıkacak ve hem görünüşünü hem de sevgilisi Rachel’ı kaybedecektir, Batman’in düşmanları çoğalmaktadır ve olaylar onu Kara Şövalye olmaya itecektir.


Film son yirmi dakikaya kadar düşmeyen temposuyla, başarılı açılış sekansıyla takdir toplamıştır ve Batman hayranlarının çoğunluğunun favori filmi olarak tarihe geçmiştir. Diyaloglar ve aksiyon sahneleri bence The Dark Knight Rises’a göre kat kat başarılıdır ve olay örgüsü seyircinin dikkatini dağıtmayacak derecede yalındır. Nükleer bomba gibi bir klişe üzerinden ilerlemek yerine derinliği olan bir kötü karakterin yarattığı kaosu seyirciye sunmak daha akıllıca olmuştur.

The Dark Knight Rises

“Gotham, take control… take control of your city. Behold, the instrument of your liberation! Identify yourself to the world!” - Bane in The Dark Knight Rises



The Dark Knight ile seyircinin beklentisini yükselten Nolan araya yine büyük beğeni toplayan-bizce abartılan-Inception’ı sokuyor ve bu da The Dark Knight Rises için beklentileri yükseltmeye yarıyor. Fakat, beklentiler havada kalıyor, zira Nolan’ın üçlemesinin son filmi ilk iki filmin seviyesini yakalayamıyor nazarımda.


Kahraman ilan edilen Dent’in ölümü üzerinden 8 yıl geçmiştir ve Batman’e ihtiyaç duymayan aydınlık Gotham(!) yine kötü güçler tarafından tehdit altındadır, bu sefer kötü adam kadrosunda Bane yer almaktadır, fakat burada da kötü adam ilk filmde olduğu gibi arkasına daha kötü olanı almıştır. Bane’in sesi ve aksanı beni ettiği gibi sizi de rahatsız etmiş olabilir, Tom Hardy bu aksan için İrlandalı boksçu Bartley Gorman’dan(Çingeneler Kralı) esinlendiğini söylemiş. Sesinin etkileyiciliğinin yanında Bane maskesi ve güçlü yapısıyla iyi çizilmiş bir karakter. Fakat, gel gelelim olayların ilerleyişi Bane’in karizmasını biraz aşağı çekmiyor değil, sokaklarda başlattığı kaos, fakiri zenginin malına ortak koşması gibi sağlam adımlar havada bırakılmış ve film çok koldan ilerletilmeye çalışılınca 165 dakika bile az gelmiş.    Bane'in çıkmaz sokağa ittiği Batman ilk filmde olduğu gibi oradan daha güçlü bir şekilde çıkıyor ve işgal altındaki şehrini kurtarmaya gidiyor ve bu kez Catwoman(Anne Hatthaway), Blake(Joseph Gordon-Levitt), tabii ki Gordon(Gary Oldman) ve  Fox(Morgan Freeman) ona yardımcı oluyor.
Çok daha etkileyici olabilecek bir senaryoyu kalabalıklaştırıp olmasa da olacak klişelerle bize sunduğu için Nolan çoğu hayranını kötü bir sonla karşılıyor.


Filmde Catwoman'ı Anne Hatthaway başarıyla canlandırmış fakat bence yanlış bir tercih olmuş, önceden edindiği rollerden olacak Catwoman olarak ısınamadım pek. Thalia'yı canlandıran Marion Cotillard ise kötü bir oyunculuk sergilediği için üçlemenin hayranları tarafından bolca eleştirilmektedir.Hatta alay kendisi alay konusu olmuştur : http://peopledyinglikemarioncotillard.tumblr.com/
Michael Caine malum sahnelerde göz dolduran oyunculuğuyla herkesi bi parça hüzünlendirmiştir diye tahmin ediyorum. Ayrıca Joseph Gordon-Levitt de rolüne oldukça yakışmış ve başarılı bir performans sergilemiştir.

Filmdeki hatalardan bahsetmeye kalksak çok uzar ama bazıları çok uğraşmış ve bunları liste haline getirmişler, merak eden burdan buyursun :
http://www.quora.com/The-Dark-Knight-Rises-2012-movie/What-were-the-plot-inconsistencies-holes-in-The-Dark-Knight-Rises/answer/Sajith-Shahabudeen/comment/1099708

Üçlemenin devleşen ismi bizce Hans Zimmer'dır, Nolan'ın bu üçlemedeki iki büyük başarısı oyuncu kadrosu ve müzisyen seçiminden yana olmuştur. Zimmer filmin atmosferine yaptığı müziklerle büyük katkıda bulunmuştur.
Velhasıl, vasat da olsa The Dark Knight Rises ile Nolan'ın Batman Üçlemesi sona ermiştir. Nolan'ın Batman Üçlemesi'ne veda mektubundan bi cümleyle bitirelim :
"Batman’i özleyeceğim. Onun da beni özleyeceğini düşünmek istiyorum ama hiçbir zaman özel bir duygusallık taşımadı."

1 Ağustos 2012 Çarşamba

“The Hobbit” Üçleme Oluyor!


Biz “The Hobbit: An Unexpected Journey” için her geçen gün daha da meraklanaduralım, yazar/yönetmen Peter Jackson geçen hafta Comic-Con’da üçüncü filme sıcak baktığını, böyle bir olasılığın var olduğunu bildirdikten sonra bu hafta da Facebook’tan “The Hobbit”in de üçleme olacağını resmen duyurdu.

Jackson’ın yazısı şöyle:

“It is only at the end of a shoot that you finally get the chance to sit down and have a look at the film you have made. Recently Fran, Phil and I did just this when we watched for the first time an early cut of the first movie - and a large chunk of the second. We were really pleased with the way the story was coming together, in particular, the strength of the characters and the cast who have brought them to life.  All of which gave rise to a simple question: do we take this chance to tell more of the tale? And the answer from our perspective as the filmmakers, and as fans, was an unreserved ‘yes.'  

We know how much of the story of Bilbo Baggins, the Wizard Gandalf, the Dwarves of Erebor, the rise of the Necromancer, and the Battle of Dol Guldur will remain untold if we do not take this chance.  The richness of the story of “The Hobbit”, as well as some of the related material in the appendices of “The Lord of the Rings”, allows us to tell the full story of the adventures of Bilbo Baggins and the part he played in the sometimes dangerous, but at all times exciting, history of Middle-earth.

So, without further ado and on behalf of New Line Cinema, Warner Bros. Pictures, Metro-Goldwyn-Mayer, Wingnut Films, and the entire cast and crew of “The Hobbit” films, I’d like to announce that two films will become three.  

It has been an unexpected journey indeed, and in the words of Professor Tolkien himself, “a tale that grew in the telling.”

Cheers, 

Peter J

Peter Jackson’ın “The Hobbit”i üçleyeceğine sevinip coşan hayranları var (Twitter’da Ian McKellen’ın duyurusunun ardından “I just accidentally punched myself in the nose!” demiş bir hayran görmek dahi mümkün), ancak herkes böyle düşünmüyor. Imdb ve Empire’daki okuyucu yorumlarından bir kısmı herkesin hemfikir olmadığını gösteriyor. Hatta bazıları Peter Jackson’ın üçüncü filmini yönetecek olmasını James Cameron yahut George Lucas’ın yaptığını düşündükleri gibi maddi nedenlere bağlıyor. Yine de “The Lord of the Rings” ve “The Hobbit” hayranlarının heyecanlanmaması mümkün değil bize göre.

Artık izlemek için gün saydıran üçlemenin ilk filmi “The Hobbit: An Unexpected Journey”, 14 Aralık 2012’de gösterime girecek. İkinci film “The Hobbit: There and Back Again”i 13 Aralık 2013’te, bir değişiklik olmazsa ismi “The Hobbit: The Desolation of Smaug” veya “The Hobbit: Riddles in the Dark olacak olan üçüncü filmi ise 2014 yazında izleyeceğiz.