31 Ağustos 2012 Cuma

“The Cabin in the Woods”



Şimdi, gençlerin oynadığı bir korku/gerilim filmi ve bu filmin ana karakterlerini düşünelim:

1)      Arkadaşlarının hakkında bekaret şakaları yapıp durduğu Dana (Kristen Connolly),
2)      Onun yakın arkadaşı, hafif meşrep ve saf sarışın Jules (Anna Hutchison),
3)      Jules’un erkek arkadaşı, iri yarı ve sporla ilgilenen Curt (Chris Hemsworth),
4)      Kafası her daim güzel olan dağınık Marty (Fran Kranz),
5)      Derslerinde başarılı olan gözlüklü ve siyahi Holden (Jesse Williams).

Bu beş korku filmi klişesi genç, hafta sonu tatil için Curt’ün amcasının ‘cabin’ine (Yabancıların genellikle hafta sonları gittikleri, daha çok ormanın içine inşa edilmiş kulübeler, bir nevi bizdeki bağ/dağ evi) gitmeye karar verir ve karavanla yola çıkarlar. Kulübede eğlenen, göle giren ve oyun oynayan gençlerin akşamleyin kulübenin bodrumunu keşfettikten sonra bir şeylerin ters gittiğini ve birilerinin/bir şeylerin avı olmak üzere olduklarını fark etmeleri ise uzun sürmeyecektir. Zaten ilk kimin öleceğini ya da en sona hangi karakterin kalacağını tahmin etmek pek de zor değil, değil mi?

“The Cabin in the Woods”un yapmaya çalıştığı da bu zaten: Kendisi son derece klişe ve sıradan bir korku/gerilimmiş gibi başlayıp akabinde ters köşe yaparak seyirciyi şaşırtmayı hedefliyor. Bunu da on altı yıl önce “Scream”in yaptığını yapıp türün olmazsa olmazlarından güç alarak yapıyor. Az önce de bahsettiğimiz gibi ana karakterlerin hepsinin bu tür filmlerde karşımıza sık sık çıkan tipler olması bir yana, film de ilk yarısı itibarıyla aleladeymiş gibi görünmek için bayağı uğraşıyor: Her karakterin ağzından dökülen, beklenmedik diyemeyeceğimiz cümleler, yola çıkan gençleri kulübeye yönlendiren tuhaf tipli benzinci, doğruluk/cesaret oynarken striptiz yapan kız (Bilin bakalım iki ana karakterden hangisi striptiz yapıyor), tabii ki seks sahnesi ve bodrumda ellerine geçen her şeyi karıştıran gençlerin tek tek öldürülmeye başlaması…


Ancak “The Cabin in the Woods”un kan kaybeden tarafı da ne yazık ki ilk yarısının izleyiciye çok şey vaat etmemesi ve ortaya büyük bir merak unsuru katamaması. Evet, izlerken bazı sahnelerde “Ne oluyor?” diyoruz, veya gençlerin hikayesiyle paralel giden hikayede tesisteki teknisyenlerin arasında geçen diyalogları duyduğumuzda kafamız karışıyor, ama bunlara ve benzer olaylara rağmen bu türe karşı önyargılarınız varsa yahut sabırsız bir izleyiciyseniz filmin ikinci yarısını izlememeyi seçmeniz işten bile değil (Filmi birlikte izlediğim arkadaşlarımdan biri ilk yarının sonunda filmin sıkıcı olduğunu beyan edip akabinde uyuyakalmıştı mesela). 

“The Cabin in the Woods”un neden klişelerden bu kadar beslendiğini – Ya da en azından neler olduğunu – anlamamız ise ikinci yarıda gerçekleşiyor. Yani hayatta kalan gençler karşılarına çıkanları gördüğünde nasıl şaşıp kalıyorsa, izleyici olarak biz de şaşıp kalıyoruz. Tüm olan bitenin sebebini, örneğin bu tür filmlerdeki karakterlerin neden hep libidosu yüksek tipler olduğunu veya neden hep ayrılmak zorunda kaldıklarını öğrendiğimizde inceden başlayan eğlence, gençler ipleri eline aldığındaysa iyice ayyuka çıkıyor. Fakat ne yazık ki bu “lunaparktaki trende eğlence” faslı çok uzun sürmüyor. Yani görebileceğimiz tüm eğlenceye tanık oluyoruz, ama film ikinci yarıda birden hızlanan bir seyre sahip olduğu için kendinizi en heyecanlı kısımda trenden inmek zorunda kalmış gibi hissediyorsunuz. 


En son “The Avengers”la neler yapabildiğini bir kez daha kanıtlayan Joss Whedon’la senaryoyu yazan ve filmi yöneten “Cloverfield” yazarı Drew Goddard, yine de iyi iş çıkarıyor diyebiliriz. İkili senaryoyu üç gün içerisinde yazmış ve yazarken belli ki çok eğlenmişler. Zaten kendileri yıllardır yazarlık sektörünün içinde oldukları ve rüştünü ispat eden iki senarist oldukları için senaryoyu da bir yere kadar etkileyici ve özgün kılmayı başarabilmişler, ona şüphe yok. Ama yalnızca biraz daha değişik bir yol izleselermiş, filmin ilk yarısında iyice meraklanan seyirciyi ikinci yarıda daha çok tatmin etmeyi başarabilirmişler.

“The Cabin in the Woods”, az önce de adını andığımız “Scream” gibi türün gerekliliklerini kullanarak stilize olmaya çalışan ve bunu bir yere kadar başarıp eğlendirmeyi beceren, ayrıca genel olarak bayağı iyi eleştiriler almış bir korku/komedi. Henüz izlememiş olanlar içinse olabildiğince sürpriz bozmadan şunu söyleyebiliriz: Hemen sıkılıp kapatmazsanız zombileri, hayaletleri, dev örümcek, dev yılan, dev yarasa gibi hayvanları, kurt adamları, maskeli yahut testereli katilleri, korkunç palyaçoları, yüzünde onlarca diş bulunan küçük balerin kızları, tek boynuzlu atları, hatta deniz adamlarını aynı filmde görebilirsiniz. Aranızda sıkılıp uyuyakalan olursa da filmdeki Latince ‘uyandırma büyüsü’nü okuyabilirsiniz:

“Dolor supervivo caro. Dolor sublimus caro. Dolor ignio animus.” 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder