Filmin ilk sahnesinde bir feribot görüyoruz. Kıyıya yaklaşan feribottan gri bir cip hariç bütün araçlar iniyor. Sahibi gelmeyen cip, çekilmek zorunda kalıyor. Sahibi gelmiyor, evet, çünkü – görünüşe göre – yolculuk sırasında feribottan düşmüş ve boğulmuş. Zaten bir sonraki kısa sahnede de adamın kıyıya vuruşunu izliyoruz. Daha ilk dakikadan “Ne oluyor yahu?” diyerek işkillenmemize neden olan bu iki sahne, film boyunca ağır tempoya rağmen diken üstünde hissetmemiz için başlıca sebep oluveriyor.
Deneyimli sinemacı Roman Polanski (Benim gibi birçok kişi tarafından şahane “The Pianist” filmi ile tanınsa da, eskiler ustayı “Chinatown” ve “Rosemary’s Baby” gibi filmlerle anar), 2010 yapımı politik/gerilim “The Ghost Writer” ile ne denli yetkin bir yönetmen olduğunu bizlere bir kez daha gösteriyor, zira birçok yönetmenin elinde sıkıcı ve tekdüze bir filme dönüşebilecek olan yapım, Polanski’nin ellerinde kendini merakla izletiyor. Yönetmen bu filmi 2009’da İsviçre’de tutuklandığı için hapishanede bitirmek zorunda kalmış olsa da yönetmenliği zerre etkilenmemiş görünüyor, ki bu kesinlikle büyük bir başarının timsali.
Kısaca filmin konusuna değinelim: İsmini film boyunca öğrenemediğimiz bir “Hayalet Yazar”, emekliye ayrılıp inzivaya çekilmiş bir İngiliz Başbakanı’nın anılarını yazmak için tutuluyor. Bir önceki hayalet yazar hayatını kaybettiği için tutulan yeni yazar, Amerika’da bir adada yaşayan eski başbakan Adam Lang ve karısının malikanesine gidiyor. Çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra, Adam Lang görevini yaptığı sırada bir grup İngiliz’in terörle mücadele adı altında CIA’e teslim edilmesine ve işkence görmesine izin vermekle suçlanınca, ne denli büyük bir girdabın ve kargaşanın ortasında olduğunu anlıyor. Kararlı ve oldukça profesyonel olduğu için bu işe alınan yazar, selefi ve CIA arasındaki muhtemel bağlantıyı keşfettiğinde ise kendi hayatının da tehlikede olduğunu fark ediyor…
Polanski’nin film boyunca insanın içine işlediği tehlike ve paranoya duygusu, basit gibi görünen ama aslında son derece derin alt metinlere sahip olan hikaye ve oyunculuklar filmi etkileyici kılan unsurlardan birkaçı. Sevilen aktör Ewan McGregor, hayalet yazarı oynuyor ve tüm filmi sırtlayıp götürüyor. McGregor’a, Başbakan Adam Lang rolündeki Pierce Brosnan’la birlikte Olivia Williams, Kim Cattrall ve büyük aktör Tom Wilkinson gibi oyuncular da eşlik ediyor. Teatral görünmelerine rağmen abartısız performanslar sergileyen oyuncular gayet başarılı. Ayrıca filmin görüntü yönetimi ve usta müzisyen Alexandre Desplat imzalı müzikleri takdire şayan. Fakat her şeyden önce övgüyü hak eden Roman Polanski için bir iki kelam daha etmek gerek: Oldukça zor şartlar altında filmi bitiren sinemacı, bu film ile çekimler sırasında yetmiş yedi yaşında olmasına rağmen performansından hiçbir şey kaybetmediğini kanıtlamış. Yönetmenin filme yedirdiği gri tonları da (harika görüntü yönetiminin de katkısıyla) gayet iyi ve yerinde kullanılmış. Bu derece ağır, yoğun, hatta rahatsız edici bir filmi güçlü kılabilecek öğeler ve yapılan göndermeler sayesinde (Filmin ismi dahi epey başarılı bir gönderme kanımca), yapımın usta bir yönetmene teslim edildiği çarçabuk fark ediliyor zaten.
Bazılarınca biraz abartıldığı söylenen, bazılarınca ise hak ettiği değeri görmediği düşünülen “The Ghost Writer”, bu tür filmlerden hoşlanmayanları bile kolaylıkla içine çekebilecek, zevkle izlenen bir politik gerilim. Polanski’nin Amerika’ya, İngiltere’ye, CIA’e ve filmin uyarlandığı Robert Harris romanı “The Ghost”a yaptığı birçok atıfla bezeli ayrıca. Tabii ki “The Pianist” kadar iyi bir film beklenmemeli yönetmenden, ancak şurası kesin ki merak uyandıran ilk sahnesinden ilginç finaline kadar bu yapım da zevkle izleniyor.
Yazının yazıldığı sıralarda filmi izliyor olmam da tesadüf olmuş. :) Fena değildi bence de...
YanıtlaSilTesadüf, evet :) Yorum için teşekkür ederiz.
YanıtlaSil