“Cities of Love” serisinin ilk filmi “Paris, Je T’aime”, çok güzel bir fikrin çok güzel bir şekilde hayata geçirilmesiydi aslında: Bir şehir üzerinden farklı aşk ve sevgi hikayeleri anlatmak. Bunun için farklı ülkelerden/dinlerden/ırklardan birçok yönetmen ve oyuncu bir araya gelmiş ve kısa filmlerle hem Paris’e karşı sevgilerini, hem de sevginin kendisini (her türlüsünü) peliküle aktarmıştı. 2006 yapımı bu film genel olarak olumlu eleştiriler alınca peşinden yine aynı fikirle çekilen “New York, I Love You” gelmişti, ancak o filmin eleştirileri selefi kadar iyi değildi. İzleyince anlaşılıyor ki; gerçekten de, “Paris, Je T’aime” kendisini takip eden “New York, I Love You”dan çok daha iyi bir film. Bir kere, birbirinden alakasız (sayılan) birçok kısa filmden oluşmasına rağmen genele bakınca gayet derli toplu bir film; filmleri tek tek ele aldığınız vakit de beğenip türlü yorumlar yapabileceğiniz türden; ayrıca “New York, I Love You”nun aksine her filmin hem Paris’in kendisi hem de sevgi hakkında söyledikleri çok daha somut.
On sekiz kısa filmden oluşan “Paris, Je T’aime”de her film şehrin farklı bir bölgesindeki farklı sevgi öykülerini anlatıyor: Yabancının birine duyulan sevgi; Farklı birine karşı ayyuka çıkan sevgi; ölen birinin ardından tutulan yasla karışık sevgi; hemcinse duyulan sevgi… Farklı gibi görünse de temelinde aşk olduğu için aslında birbirine çok yakın öyküler bunlar. Bununla birlikte yönetmenler farklı tarzlarda filmler çektiği için her öykü bir öncekinden farklı ve özgün.
Montmartre: Film şehrin kuzeyinde, Montmartre’da başlıyor. Moulin Rouge, Sacre Coeur gibi harika mekanlara sahip olmasına karşın, yönetmen Bruno Podalydes bizi Montmartre’ın eşsiz manzarasından mahrum bırakıyor ve onun yerine, bölgenin arka sokaklarından birine götürüyor. Kalabalıktan ve (haklı olarak) radyodan şikayet eden huysuz, suratsız bir adam söylene söylene arabasını park etmek için yer arıyor. Sonunda park edecek bir yer bulduktan sonra kendince özeleştiri yaparken arabasının yanında yığılıveren bir kadın görünce panikliyor ve kadının yardımına koşuyor. Besbelli acelesi olan bir doktor kadını kontrol edip şekeriyle ilgili bir şeyler geveledikten sonra ayrılınca, adam kadını arabasının arka koltuğuna yatırıp dinlenmesi gerektiğini söylüyor… Yönetmen Podalydes’in aynı zamanda huysuz adamı oynadığı filmde Podalydes’e Florence Muller eşlik ediyor. Film, özellikle diğer filmleri izledikten sonra pek de çok şey ifade etmiyor aslında; izlediğimiz Paris gibi büyülü bir şehrin aşk isteyen herkese aşkı bir şekilde ulaştıracağını ima eden, yalnızca başarılı sayılabilecek bir öykü sadece. Öte yandan filme başlangıç için gayet yerinde bir seçim, zira muhtemel bir aşkın başlangıcını anlatıyor. Bittikten sonra ise akılda kalan tek şey, kadının on dört yaşından beri sahip olduğunu söylediği ayakkabıları oluyor.
Quais de Seine: Gurinder Chadha’nın yönettiği film, düşününce klasik bir hikaye aslında: Seine kenarında oturup laflayan üç arkadaş var. İkisi önlerinden geçen kadınlara laf atıyor, üçüncüsü ise onları dinleyip gülüyor. Sonra fark ediyor ki, yanlarında başı kapalı bir kadın var ve o da olanları dinliyor. Ayağa kalkıp yürümeye başlayan kadın taşa takılıp yere düşünce, François adındaki genç koşup kadına yardım ediyor. Zarka adlı bu Müslüman kadın, konuştukları bir dakikalık süre içerisinde François’yı epey etkiliyor ve ardından camiye gideceğini söyleyip ayrılıyor. Aklı Zarka’da kalan François ise arkadaşlarının yanına döndükten sonra rahat edemiyor ve Zarka’nın peşinden koşuyor… Yönetmen Chadha, filminde etnik ve dini farklılıkların aşka engel tanımayacağını, sevginin evrensel bir boyutta olduğunu ima ediyor. Ve bu film de, ilk film gibi bir aşk hikayesinin başlangıcı olarak bitiyor, yani biz tıpkı son replikte olduğu gibi öyle umuyoruz: “İnşallah”.
Le Marais: Filmlerinde alışılmadık şeyler anlatmayı pek seven yönetmen Gus Van Sant’ın filmi, bir basımevinde çalışan Elie isimli genç bir adama (Elias McConnell) ilk görüşte aşık olan bir başka gencin (Gaspard Ulliel) öyküsü. Elie’ye aşkını Fransızca ilan eden genç müşteri, Elie’nin aslında çok az Fransızca bildiğini ve bu yüzden dediklerini anlamadığını fark etmeyip telefonunu bırakıyor ve basımevinden ayrılıyor. Patronuna durumu açıklayan Elie, patronu o genci bulması gerektiğini söylediğinde basımevinden çıkıyor ve koşmaya başlıyor… Gus Van Sant’ın bu cesur filminin ilk iki filmin aksine çok da mutlu bir sonla bitmemesine şaşmamak gerek, zira kendisi genelde dağınık, depresif hikayeleri daha çok sever. Bu filmde de duraksamalar, bakışmalar, sessizlikler ve daha birçok şey izlediğimizin bir Van Sant filmi olduğunu fark ettiriyor zaten.
Tuileires: Paris denince akla gelen ilk şeylerden biri devasa metro ağıdır. Paris’in anlatıldığı bir filmde de metro istasyonunda geçen bir öykü olmazsa olmazdı, pek tabii. Nitekim öyle bir öykü var, üstelik yönetmenler de Coen biraderler. Tuileries metro istasyonunda metronun gelmesini bekleyen bir turistin (muhteşem Steve Buscemi) gözü, rayların karşısındaki bir çiftin (Axel Kiener ve Julie Bataille) öpüşmesine takılır. Çift onun kendilerine baktığını görünce adam sinirlenir ve saçmalamaya başlar – çünkü Paris metrosunda insanlarla göz göze gelmemek bir kuraldır… Film bilindik Coen muzipliğinin her anında hissedildiği altı dakika sunuyor izleyiciye. Coen filmlerinin medarı iftiharı olan mükemmel görüntü yönetimi ve renk skalası da cabası. Bittikten sonraysa suratta hınzır bir gülümseme bırakıyor.
Loin du 16e: İronik bir biçimde, son derece eğlenceli bir filmin ardından son derece üzücü bir film izliyoruz. Walter Salles ve Daniela Thomas’ın yazıp yönettiği bu filmde, yönetmenler bebeğiyle geçimini sağlamak için sabahın köründe uyanıp uzun bir yol kateden ve zengin bir kadının bebeğine bakmak zorunda olan genç bir annenin (Catalina Sandino Moreno) yürek burkan öyküsünü olabildiğince yalın bir şekilde izleyiciye yansıtıyorlar. Fonuna “Que Linda Manito” isimli bir İspanyol ninnisini koyan film, kısa süresine rağmen insanı kolayca kavrayıp etkilemeyi başarıyor. Kadın ninniyi kendi çocuğuna söylerken odağın gülümseyen bebekte, bakıcılığını yaptığı çocuğa söylerken ise odağın kadının elinde olması, son derece başarılı bir anlatım tekniği.
Porte de Choisy: Avusturalyalı yönetmen Christopher Doyle’un filmi, deyim yerindeyse ‘garip’ bir film. Bu acayip film, güzellik ürünleri satan yaşlı bir adamın (Barbet Schroeder) bir güzellik salonuna gitmesini ve oranın Çinli sahibine (Li Xin) ürünleri tanıtmaya çabalamasını anlatıyor. Ve fark ediyor ki; bu müşterisi öyle kolayca etkilenecek biri değil… Hikayesini tuhaf bir estetikle anlatan Doyle, filminde ayrıca Uzak Doğu ve Fransız sinemalarına da selam ediyor.
Bastille: En iyi anlatımlardan birini bu filmle İspanyol yazar/yönetmen Isabel Coixet yapıyor ve altı dakikaya birçok şey sığdırıyor: Çok tutkulu bir uçuş görevlisi olan Marie Christine için (Leonor Watling) karısını terk etmeyi planlayan Sergio (Sergio Castellitto), karısıyla bir restoranda buluşup ona ayrılmaları gerektiğini söylemeye karar veriyor. Buluşmaya gelen karısı (harikulade Miranda Richardson) ona kan kanseri olduğunu öğrendiğini söylediğinde ise, ona olan sevgisinin aslında ne kadar derin olduğunu fark edip karısına tekrar aşık oluyor… Büyük bir aşk hikayesini anlatan filmde Isabel Coixet, fonu son derece başarılı bir müzikle ve etkileyici bir dış sesle süslemiş.
Place des Victoires: Japon yönetmen Nobuhiro Suwa’nın yazıp yönettiği “Place des Victories”, oğlunu (Martin Combes) yeni kaybeden bir annenin acıklı hikayesini anlatan fantastik bir film. Bir hafta hiçbir şey yiyip içmeyen annenin acısı öyle büyük ki, gözleri ona sevgisini göstermeye çalışan kızını bile görmüyor. Fakat bir gece yarısı, arkadaşlarını görmek için dışarı çıktığını oğlunun sesini duyuyor… Filmde, acılı anne rolünde deneyimli aktris Juliette Binoche, harika bir performans sergiliyor. Binoche’a, Willem Dafoe eşlik ediyor.
Tour Eiffel: Eiffel Kulesi, Paris’in, hatta Fransa’nın en büyük sembollerinden biri, belki de en büyüğüdür. Böylesi önemli bir bölgenin anlatımını da pek sevilen animatör/yönetmen Sylvain Chomet'nin (“Les Triplettes de Belleville”, “L’Illusionniste”) üstlenmesi manidar olmuş. Kocaman bir çantası olan şirin bir çocuğun ağzından anne babasının hapiste nasıl tanıştığını ve birbirlerine aşık olduklarını izliyoruz – anne babayı da iki pandomimci canlandırıyor. Müzikleri çok başarılı olan film, son derece absürt.
Parc Monceau: Son on yılda yalnızca üç film çeken (“Parc Monceau” hariç, tabii) fakat 2000’li yıllara bu üç filmiyle (En İyi Senaryo Oscar’ına aday olan “Y Tu Mama Tambien”, Harry Potter serisinin halen en beğenilen filmlerinden “Harry Potter and the Prisoner of Azkaban”, 2006’nın en çok takdir toplayan filmlerinden olan ve yine En İyi Senaryo Oscar’ına aday gösterilen filmi “Children of Men”) de damga vuran Alfonso Cuaron, usta oyuncu Nick Nolte ve Ludivine Sagnier’i başrolüne oturttuğu filmini hiçbir kurgu numarasına başvurmadan, tek bir kamerayla çekmiş. Yaşlı bir adam, genç bir kadınla buluşup cadde boyunca yürüyor ve hem kendi ilişkileri hem de ‘Gaspard’ adındaki biri hakkında konuşuyor. Sonradan fark ediyoruz ki; yaşlı adam genç kadının babası ve Gaspard da genç kadının oğlu. Filmde adam ve kadın cadde boyunca yürürken geride bıraktıkları video dükkanlarında filmin diğer yönetmenlerinin (Gus Van Sant, Walter Salles gibi) filmlerinin afişlerini görmek mümkün.
Quartier des Enfants Rouges: Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın filmi, Paris’e bir filmde oynamak için gelen Amerikalı bir aktris (Maggie Gyllenhaal) ile haşhaş satın aldığı bir uyuşturucu satıcısının (Lionel Dray) arasındaki duygusal çekimi sade ve yalın bir dille anlatıyor. Aktrisi oynayan Maggie Gyllenhaal, düzgün Fransızcası ile filmde gayet iyi bir oyun çıkarmış.
Place des Fêtes: Güney Amerikalı yönetmen Oliver Schmitz, filminde ilginç bir kurguyu tercih etmiş. Yine üzücü bir hikaye olan “Place des Fêtes”te, ikinci kez karşılaşan iki siyahi insanın (Seydou Boro ve Aissa Maiga) ilk karşılaşmasına geri dönüyor ve ikinci karşılaşmalarına dek olanların değişik bir şekilde perdeye aktarılışını izliyoruz. Son sahnede kadın titreyen elleriyle iki fincan kahveyi tutup ağlarken biten film, yürek burkuyor.
Pigalle: İki usta oyuncu, Fanny Ardant ve Bob Hoskins, Amerikalı yazar ve yönetmen Richard LaGravenese’in filminde, ilişkilerine heyecan katmak için erotik ürünler satan dükkanların ve striptiz kulüplerinin bol olduğu Pigalle’de bir barda tesadüfen karşılaşan ve birbirlerini tanımayan iki insan rolüne bürünüp bir striptizciyi de fantezilerine alet ediyorlar. Ardından da tartışmaya başlıyorlar…
Quartier de la Madeleine: Şayet filmi izlemeden önce “Paris, Je T’aime”de on sekiz adet kısa film olacağını ve bunlardan birinin bir vampir öyküsünü anlatacağını öğrenirseniz, aklınıza direkt seçkinin yönetmenlerinden olan korku ustası Wes Craven’ın gelmesi gayet normal. Fakat işin aslı öyle değil: Bu sıra dışı vampir öyküsü, Kanadalı yazar-yönetmen Vincenzo Natali tarafından filme alınmış. “Gecenin geç saatinde…” başlayan film, sırt çantalı genç bir turistin (Elijah Wood) bir vampire (Olga Kurylenko) aşık olmasını konu almış. Yönetmen Natali, bu stilize ve karanlık filmde yine Elijah Wood’un oynadığı başyapıt “Sin City”ye selam durmayı da ihmal etmemiş.
Pere-Lachaise: Korku filmlerinin unutulmaz yönetmeni Wes Craven, bu kez kendi tarzından biraz uzaklaşmış ve Oscar Wilde’a olan saygısını dile getirmeyi tercih etmiş. Paris’in kesinlikle ziyaret edilmesi gereken yerlerinden biri olan Pere-Lachaise Mezarlığı’nda geçen filmde, Oscar Wilde’ın mezarını bulmaya çalışırken bir anlaşmazlık yüzünden tartışmaya başlayan nişanlı bir çift (Rufus Sewell ve Emily Mortimer), ayrılacak noktaya geliyor. Akabinde adam, Oscar Wilde’ın (Alexander Payne) ruhunun yardımıyla hatasını anlıyor ve kendini affettirmeyi başarıyor… Filmde kullanılan renk paleti, mezarlığın matem dolu havasına çok uygun ve aslen romantik olan hikayeyle başarılı bir tezat oluşturmuş.
Faubourg Saint-Denis: “Lola Rennt”, “Heaven”, “Perfume: The Story of a Murderer” gibi harika filmlere imza atmış olan Alman yönetmen Tom Tykwer, kamerasını çok sayıda Türk’ün de ikamet ettiği Saint-Denis’e çeviriyor ve yine muhteşem bir işe imza atıyor. Filmi izleyenlerin birçoğu tarafından seçkinin en beğenilen filmi olduğu söylenen film aldığı tüm olumlu eleştirilerin hakkını veriyor gerçekten. Aslında bir aktris olan sevgilisinin (Natalie Portman) kendisinden ayrıldığını sanan kör bir genç (Melchior Beslon), kız arkadaşıyla ilişkisinin nasıl başladığını ve devam ettiğini anımsar… Dikkat çekici ve filmi ayakta tutan bir kurguyla hikayesini anlatan yönetmen, daha önceki filmlerinden bildiğimiz tanıdık numaralarını bu filmde de kullanmayı ihmal etmiyor.
Quartier Latin: Frédéric Auburtin ve emektar aktör Gerard Depardieu’nün yönettiği filmde, Gena Rowlands ve Ben Gazarra’nın oynadığı bir çift, boşanmadan Depardieu’nün oynadığı karakterin işlettiği barda buluşup son kez içki içmek için buluşuyor… Başroldeki Gena Rowlands tarafından yazılmış senaryo, başarılı bir biçimde yaratılmış olan karakterlerin ruh haline ağırlık vermiş.
14e Arrondissement: Wes Craven’ın filminde Oscar Wilde olarak izlediğimiz yönetmen Alexander Payne, kapanışı son derece sevimli bir filmle yapıyor: Carol isimli yaşlı bir kadın (Margo Martindale), bozuk Fransızcasıyla altı günlük Paris gezisini samimi bir dille anlatıyor bizlere. Yalnızlıktan da dem vuran bu kadının söyledikleri öyle gerçekçi ve içten ki, insanın Paris’e gidip Carol'a turunda eşlik edesi geliyor. Yönetmenliği ve özellikle senaryosuyla alışılmadık bir iş çıkarmış olan Alexander Payne, çok da iyi bir filmle başlamayan “Paris, Je T’aime”e, kapanışa fevkalade uygun ve fevkaladenin fevkinde bir filmle nokta koyuyor.
“Cities of Love” film seçkisinin ilk filmi “Paris, Je T’aime”, ciddi manada hoş bir seyirlik. Ve gerçekten, bir sonraki film “New York, I Love You” bir nebze hayal kırıklığı yaratsa da seriyi devam ettirecek olan filmleri – bizi Rio, Şangay ve Kudüs’e götürüp oradaki aşkı anlatacak filmleri – merak ve hevesle beklemek için tek başına yeterli bir sebep. Hâlâ izlemediyseniz - ve Paris'in neden bu denli sevilen ve ilham kaynağı olan bir şehir olduğunu merak ediyorsanız - bu filmi kesinlikle kaçırmamanız gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder