23 Eylül 2011 Cuma

THE FALL


Tarsem Singh’in deyim yerindeyse bizlere görsel bir şölen sunduğu film, ailesiyle birlikte portakal toplarken ağaçtan düşüp kolunu kıran küçük bir kızın (Alexandria) ve dublörlük yaparken bir kaza geçiren ve bacaklarını kullanamaz hale gelen, böylece intihar meyillisi olan genç bir adamın(Roy) hikayelerinin hastanede kesişmesini ve bir masala dönüşmesini anlatıyor. Neredeyse her karede kendine hayran bırakan kontrast, ışık, renk, kompozisyon Tarsem’in sinema dehasını kanıtlar nitelikte. Anlatılan hikayenin güzelliği bir kenara o karelerin güzelliğini ve hayal gücünün ekrana nasıl yansıyabildiğini görmelisiniz. Filmin müziklerine baktığımız zaman ise film boyunca çalan müzik Beethoven'ın 7. Senfonisi, II: Allegretto’dan alıntı. Velhasıl, filmin tüm bileşenleriyle sınıfı geçtiğini ve izlenmesi gerektiğini söyleyebilirim. İşte bu da fragmanı:



Beni etkileyen sahneleri paylaşmak istiyorum, o yüzden filmi izlemeyenlerin buradan sonrasını okumamasını öneririm.
Filmin başlangıç sahnesi,” Los Angeles, Once Upon a Time”: Roy’un dublörlük yaparken sakatlandığı  sahne; siyah-beyaz, Beethoven’ın mükemmel eseri eşliğinde yavaşlatılmış bi çekim izliyoruz, film geliyorum diyor. 

Filmin gerçek hayatta geçen  kısımlarında sahneyi önce Alexandria içindeyken, hemen sonra onun gözünden gözüyoruz; bu da farklı bir anlatım tarzı olmuş. Gerçek hayat ve masal arasındaki geçişler takdire şayan(mesela, Roy’un elini döndürmesiyle masal diyarındaki bir semazeni görmemiz, kelebektenten kelebek resifine geçiş yapılması, rahibin suratından benzer manzaradaki bir çölü görmemiz…). Hatta iki dünya arasındaki diyaloglar bilinçli olarak karıştırılmış ve komik bir hal almış bazen(Roy’un masal diyarındayken prensese tuvaleti tarif etmesi). Kamera çoğu sahnede hareketli, gölgeler üzerinde çok durulmuş. Karakterlerin etrafında kuru kalabalığa rastlamıyoruz, bu da onları belirginleştirerek birer masal kahramanı haline getiriyor. Masal diyarını yansıtmak kolay olmadığından mekan ve kostüm detayları için büyük bi bütçe ayrıldığını söyleyebiliriz, zira film 18 farklı ülkede çekilmiş, içlerinde Türkiye de(Ayasofya) var. Mekanları aşağıdaki linkten öğrenebilirsiniz:
 Filmin gidişatına değinecek olursam; Roy, Alexandria’ya kendisinin kahraman olduğu bir masal anlatmaya başlıyor ve devamını öğrenmek isteyen Alexandria’yı intiharında kullanabilmek için morfin getirmesi için kullanıyor. İntiharı gerçekleştiremeyince küçük kız Roy'un kötü olmasının kendi hatası olduğunu düşünüp daha fazla morfin bulmaya çalışırken düşüyor, bu düşüş sahnesi olabildiğince histerik yansıtılmış; kızın gözünden, düşerken ve sonrasında gördüklerini basit bir şekilde anlatmaya çalışmış hatta kısa bir süreliğine stopmotion tekniği de kullanılmış. Alexandria kendine geldiğinde onun başında bekleyen Roy,  masalın iyi bitmediğini söylüyor ve ikisi de ağlamaya başlıyorlar; bu noktada hiçbir ortak noktalarının olmamasına rağmen iki insanın karşılıklı ağladığını görmek insanı etkiliyor. Roy  “bende mutlu son yok!” diye fazlasıyla ironik bir söz etse de, masalı mutlu sonla bitirmek zorunda olduğunu kabul ediyor çünkü Alexandria onun bu sözünün kesinliğini kabullenmeyecek kadar küçük, hayal dünyası ise içinde takma dişler saklı olan portakalı toprağa gömerse o portakallardan verecek bir ağaç çıkacağına inanacak kadar büyük. Bu bol ağlamalı sahneden sonra Alexandria bize neler olup bittiğini neşeli bir şekilde anlatırken dublörün Roy olduğu birçok filmi peş peşe görüyoruz ve şölen sonlanıyor.

Eğer siz de bu dahi yönetmenin sıradaki işini merak ediyorsanız, yeni filmi 11 Kasım'da vizyonda olacak:  Immortals(Ölümsüzler), antik Yunan'da geçen, kahraman bir savaşçının(Theseus) kötülere karşı durduğu epik bir hikayeyi anlatıyor. Fragmanı aşağıdaki linkten izlenebilir.
http://www.traileraddict.com/trailer/immortals/theatrical-trailer














Hiç yorum yok:

Yorum Gönder