Malezyalı yönetmen James Wan, 2004 yılında çektiği
polisiye/gerilim “Saw” ile birçok hayran kazanmıştı. Hiç de fena eleştiriler
almayan, özellikle gittikçe ayyuka çıkan gerilimi ve sürpriz sonuyla o zamanlar
gösterime giren gerilim filmleri arasında ayrı bir yer edinen “Saw”un gişe
başarısı da beklenenin fersah fersah üzerinde olunca, takip eden her yıl
çekilen devam film(ler)i de kaçınılmaz oldu. İkinci filmden sonra işi (kanı) iyice
abartan “Saw” serisi – senaryoları hariç – yola James Wan ile devam etmedi, ama
gişe başarısı konusunda serinin hiçbir filmi bir öncekini aratmadı.
James Wan da kariyerine gerilim türünün gergin
sularından ayrılmadan devam etti. Kevin Baconlı “Death Sentence”ın ardından,
yine 2007 yılında “Dead Silence” adlı bir filmin yönetmenlik koltuğuna oturdu,
sonra da “Insidious” isimli korku/gerilime imza attı. 2011 tarihli
“Insidious”un senaryosunda, yönetmenle “Saw” ve “Dead Silence”ta da çalışmış,
aynı zamanda “Saw”da rol almış Leigh Whannell’ın imzasını görüyoruz. Yapımcı
koltuğunda ise “Paranormal Activity”nin yönetmeni Oren Peli var.
Başrollerde Patrick Wilson, Rose Bryne, Lin Shaye ve
yine senarist Leigh Whannell’ı izlediğimiz filmde bir banliyö evindeyiz. Eve yeni taşınan Lambert ailesi, başlarda garip
sesler duymaya başlıyor. Oğulları Dalton (Ty Simpkins) çatı katında düşüp
komaya girince de, çaresizlikle çırpınıp komanın kaynağını ve tedavisini
bulmaya çalışıyorlar. Beyninde hiçbir hasara rastlanmayan Dalton’ın komaya
girmesinin esas sebebinin Renai’nin (Rose Bryne) evlerinde görmeye başladığı sözümona
kötü ruhlar olduğunu düşündüklerinde, Daltonlar çareyi başka bir eve taşınmakta
buluyorlar. Ama diğer eve taşındıktan kısa bir süre sonra, kendilerini rahatsız
eden ruhların asıl amacının başka olduğunu öğreniyorlar…
İlk yarısı ağır ağır ilerleyen, ikinci yarısıyla
gerilim bazında ivme kazanan “Insidious”
ile ilgili söylenebilecek şeylerden ilki, filmin retro filmlerin
havasına sahip olması. Yani “Insidious”, Sam Raimi’nin harika gerilimi “Drag Me
to Hell”in yaptığını yapıp 1980’lerin başarılı gerilim filmlerine öykünüyor.
Gerilimi yavaştan tırmandıran ve seyirciyle eleştirmenlerin genelini memnun
eden bir ilk yarıdan sonra, olayların neden yaşandığını açıklamaya girişen
ikinci yarıda ise, birkaç başarılı kare ve sekansa rağmen (belki de olması
gerekenden çok şey gösterdiği için) tökezliyor. Olan bitenin ardında yatan sır ilginç ve her
filmde karşımıza çıkmayacak kadar özgün bir fikir, kabul etmek gerek. Ancak
filmin bu yola girmesi, kendisini kurtarması için maalesef yeterli olmuyor.
Sonunda yaratılmaya çalışılan ‘şaşırtıcı son’ etmeniyse korkunç olmaktan ziyade
saçma.
Müziğin ise filmde ayrı bir yeri var. Zaten her
şeyin başlangıcının da müzik olduğunu söyleyebiliriz. Piyano çalan Renai
Lambert’ın nota kağıtlarının bulunduğu kutunun kaybolması ve Renai piyano
çaldığı sırada evin üst katındaki olayların başlaması bu duruma örnek teşkil
edebilir. Bazen ani ses ve görüntü efektlerine sırtını yaslayıp yaylılarla
gerilim yaratsa da, yapımda ayrıca “Tiptoe Through the Tulips” adlı eski ve hoş
bir şarkı da kullanılmış.
Bu yıl ağustos ayında devam filmini izleyeceğimiz
“Insidious”, alınan eleştirilere, iyi iş çıkarmış oyuncu kadrosuna ve Wan ile Whannell isimlerini
gördüğünüzde kafanızda oluşacak yargıya rağmen bize göre ne yazık ki sınıfta
kalıyor. Umudumuz, devam filminde yönetmen ve senaristin ilk filmdeki hataları
tekrar etmeyip ilkini aşan bir gerilime imza atması.